Hoşgeldiniz Ziyaretçi. Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - T.Taşpınar

Sayfa: 1 [2] 3
27
Kuran'da Karbon Elementi / Kuran'da Karbon Elementi
« : Eylül 24, 2010, 09:22:15 ÖÖ »
KURAN’DA CANLILIĞIN TEMEL YAPITAŞI OLAN
KARBON ELEMENTİNE DAİR İŞARETLER

‘’Karbon, canlıların yapısını oluşturan temel maddedir.’’   
http://www.canlibilimi.com/madde-donguleri-nedir.asp

Karbon içermeyen bir canlı yoktur. Bundan dolayı, bileşim yoluyla elde edilmeleri mümkün olsa bile, Karbon bileşiklerinin incelenmesine "Organik Kimya" adı verilmiştir.   
http://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/dunya/karbon.asp


Canlı Hayatının Temel Taşı: "Karbon" Atomu

Karbon, canlılar için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon bileşiklerinden oluşmuşlardır.

Rahman suresinin 14. Ayeti:
“Halak al -insâne min salsâlin ke’l fehhâr”
1. halaka : yarattı                            
2. el insâne : insan                              
3. min : -den                               
4. salsâlin : inorganik halden, organik hale dönüşmüş nemli toprak         
5. ke : gibi                                
6. el fahhâri : nemli topraktan yapılıp, pişirilen (ısıtılarak kurutulan) ve çın çın ses veren testi benzeri kap
 
Elmalılı Hamdi Yazır : Fağfur gibi bir salsâlden insanı yarattı               
Edip Yüksel : İnsanı, çömlek gibi kuru bir çamurdan yarattı.             
İskender Ali Mihr:(Allah) insanı, fahhar gibi ses veren salsalinden yarattı.
Diyanet İşleri : Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.
Abdulbaki Gölpınarlı : İyice pişmiş gibi kupkuru balçıktan, insanı halketti.
Adem Uğur : Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.
Ali Bulaç : İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.       
Ali Fikri Yavuz : O (Rahmân), insanı (onun aslı olan Adem’i) yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yarattı.                    
Bekir Sadak : O, insani pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.
Celal Yıldırım : insanı testi gibi ses çıkaran kuru balçıktan yarattı    
Diyanet İşleri (eski) : O, insanı pişmiş çamur gibi kuru balçıktan yaratmıştır.
Diyanet Vakfi : Allah insanı, pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.
Elmalılı (sadeleştirilmiş) : İnsanı fağfur gibi bir salsal (ateşte pişmiş gibi bir kuru çamur)dan yarattı
Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) : Allah insanı, pişmiş bir çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.
Fizilal-il Kuran : O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.
Gültekin Onan : İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.
Hasan Basri Çantay : O, insanı bardak gibi (çınlayan) kupkuru bir balçıktan yarattı.
İbni Kesir : İnsanı pişmiş çamur gibi kupkuru bir balçıktan yaratmıştır.
Muhammed Esed : O, insanı çömlek gibi pişmiş çamurdan yarattı,
Ömer Nasuhi Bilmen : İnsanı pişmiş çamurdan yapılmış çanak gibi bir kurumuş ses verir balçıktan yarattı.
Şaban Piriş : İnsanı iyice pişmiş gibi kuru balçıktan yarattı.       
Suat Yıldırım : İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı.      
Süleyman Ateş : İnsanı kiremit gibi pişmiş çamurdan yarattı.       
Tefhim-ul Kuran : İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.
Ümit Şimşek : O, insanı ateşte pişmiş gibi kupkuru çamurdan yarattı.
Yaşar Nuri Öztürk : İnsanı, pişirilmiş çamur gibi kuru bir balçıktan yarattı.
http://www.kuranmeali.org/kuran_meali.aspx?suresi=rahman&ayet=14

Aşağıdaki kelimelerin kökenini yani etimolojisini açıklayan kaynakta karbon kelimesinin kökeni ile ilgili dikkat çekici bazı bilgiler verilmektedir. Burada karbon kelimesinin asıl kökünü oluşturan ve Eski Yunancadan gelen ‘’keramos’’ kelimesi ocakta pişmiş toprak ve kiremit, seramik anlamlarına gelmekted ----------
karbon: ~ Fr carbone bir element, saf kömür ~ Lat carbo, carbon- odun kömürü ~ HAvr *kr- < HAvr *ker-4 ateş, yakma 
 • Aynı HAvr kökten EYun kéramos (ocakta pişmiş toprak), Lat cremare (yakmak), İng hearth (ocak).

Eşkökenliler:                            
Lat carbo : bikarbonat, karbon, karbonat, karbondiyoksit, karbonhidrat, karbüratör, karpit, şarbon
Lat cremare : krematoryum EYun kéramos : kiremit, seramik
Türkçe Etimolojik Sözlük   
http://www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=KARBON&x=11&y=6

Fahhar:  Çanak, Çömlek. Toprak testi
 http://www.osmanlicaturkce.com/?k=fahhar&t=@

Rahman Suresi 14. ayette geçen ‘fahhar’ kelimesi de yukarıda geçen değişik meallerde ateşte pişmiş toprak, çamur veya balçık anlamlarında ya da kiremit, çömlek gibi anlamlarda açıklanmıştır. Ayrıca ateşte pişmiş çömlek, kiremit ve seramik gibi yapıların ortak özelliklerinden biri de sert bir cisimle vurulduğunda çınlama sesi çıkarmalarıdır. Dikkat çekeceği üzere, karbon kelimesinin asıl kökenini oluşturan Eski Yunanca keramos kelimesi de ocakta pişmiş toprak ya da kiremit ve seramik anlamındadır. Bu ilginç durum, Rahman suresinin 14. ayetinde insanın yaratılışı üzerine açıklama yapılırken, özellikle “fahhar” kelimesi ile tüm canlılar gibi insanın da temel yapı taşlarını oluşturan karbon elementinin kastedildiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.




28
EVRİM DÜŞÜNCESİNDE CİNSİYET / EŞEYLİ  ÜREME  VE BUNA KARŞI KUR’AN AYETLERİNDEN İŞARETLER

(Leyl: 3)        :Erkeği ve dişiyi yaratana yemin ederim ki,            
(Kıyame:39)    :Ondan da iki eşi, yani erkek ve dişiyi var etmişti.       
(Zuhruf: 12)   :Bütün çiftleri O yaratmıştır.                  
(Zariyat:49)   :Her şeyden de çift çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız 
(Nebe: 8)      :Sizi çifter çifter yarattık.                   
(Hucurat:13)  :Ey insanlar! biz sizi bir erkekle bir dişiden  yarattık.
(Necm: 45)    :Muhakkak ki erkek ve dişi olan iki çifti O yarattı.
 
Evrim teorisine göre tüm canlılar tek bir ortak atadan evrimleşerek ortaya çıkmışlardır. Yani bir tek hücre cansız maddelerden evrimleşme yolu ile ortaya çıkmış ve bundan sonra ortaya çıkacak canlıların ortak evrimsel atası olmuştur. Bu ilk canlı da ancak eşeysiz üreme yani bölünerek çoğalma yoluyla üremiştir. Başlangıçta sadece bölünerek çoğalma yani eşeysiz üreme vardır. Eşeyli üreme ise evrimin sonraki aşamalarında ortaya çıkmıştır. İşte bu eşeysiz üremeden eşeyli üremeye geçiş, diğer bir deyişle cinsiyetlerin ortaya çıkışına dair evrim teorisinin herhangi bir fosil kaydına yani somut ve bilimsel kanıta dayanan bir açıklaması yoktur. Sadece çok genel ve yetersiz tahminlerle açıklama yapılmaya çalışılmıştır.

Evrimcilerim varsaydığı evrimsel süreci, diğer bir deyişle canlılığın tarihini, bir film gibi kabul edersek ve bu filmi geriye sararak izlersek, bugün yeryüzünde yaşayan tüm eşeyli üreyen yani cinsiyetlere sahip canlıların, eşeyli üremeye ve dolayısıyla da erkek ve dişi olarak cinsiyetlere ayrıldığı dönemin temsil edileceği bir noktaya mutlaka gelmeliyiz. Bu noktadan bir adım öncesi ise eşeysiz üreme yani bölünerek çoğalma olmalıdır ya da biraz uç bir düşünce olarak hermafroditlik yani çift cinsiyetlilik olabilir.

Geçmişini izlediğimiz canlının insan olduğunu farz edelim. Bütün memeli ya da yumurtayla üreyen hayvanlar için de bu durum geçerli olacaktır. İnsanın evrimsel atası olarak kabul edeceğimiz bu canlının bölünerek çoğaldığını düşünelim. Öyle bir noktaya geliniyor ki, bu canlı yine bölünüyor, ama bu kez atası olan canlının genetik kopyası olarak değil de erkek ve dişi olarak kabul edebileceğimiz iki farklı cins halinde bölünüyor. Biri erkek cinse ait özellikleri, diğeri ise dişiye ait özellikleri taşıyor. Bu özellikler çok basit yapıda değişimler olmamalıdır. Çünkü bu değişimler bu canlıların daha sonra üremeleri için gerekli organları meydana getirmelidir. Bunların içine basit anlamıyla cinsel organların yanı sıra üreme hücreleri diyebileceğimiz sperm ve yumurta gibi hücrelerin de vücutta oluşmasını sağlayacak organların ve sistemlerin bulunmasını gerektirecektir. Ayrıca hamilelik ve doğum için gerekli olan rahim gibi organların da bulunması gerekecektir. Üstelik bunların hiçbirini kendilerinin atası olan canlıdan genetik bir miras devralarak kendisine sağlayamayacaktır. Çünkü bölünme yoluyla kendilerinin ortaya çıktığı atalarında böyle bir genetik bilgi mevcut değildir. Böyle birçok gelişmiş organ ve sistemlere sahip olabilen bir canlının bölünen ataları da çok basit canlılar olmamalıdır. Öyle tek hücreli ve ya çok hücreli basit canlılar diyebileceğimiz canlılar olamaz. Bu yüzden bunların herhangi birinin fosil kayıtlarına mutlaka rastlanmalıdır. Günümüzde yaşayan canlıların çok büyük bir bölümünün eşeyli üremeyle ürediğini ve türler olarak bunların sayısını en az on binlerle ifade edilebileceğini göz önüne alırsak, eşeyli üremeye geçişten hemen bir adım önceki bu hallerinin fosil kayıtlarına mutlaka rastlanması gerekliliğini daha net bir şekilde anlayabiliriz. Ancak evrimle ilgili araştırmalarda bu konuda aydınlatıcı olabilecek bir fosil kaydından bahsedildiğine rastlanmamıştır.

Diyelim ki, bu canlılar çok daha basit bir yapıdayken hatta tek hücrelilik aşamasında bölünerek mutasyonlar gibi varsayılan evrimsel süreçlerin etkisiyle iki farklı cinsiyete ayrıldı. Bu canlılar daha sonra da ataları gibi bölünerek çoğalmaya devam ettiler. Yani erkek, erkek olarak; dişi de dişi olarak farklı özelliklere sahip canlılar halinde bölünerek çoğalmaya devam ettiler. Bunlar başlangıçta çok basit yapılı canlılar olacağı için bugün bildiğimiz anlamda üreme organları ve sistemleri henüz oluşmamış olacaktır. Fakat her bir cins kendine özgü ve rastlantısal olarak gelişen evrimsel süreç ve mutasyonlar gibi etkenlerle evrim geçirerek değişime uğruyorlar. Daha sonra bunlar üreme organları ve sistemlerini oluşturacak bir hale gelince eşeyli üreme yapmak üzere bir araya geliyorlar ve kalıtsal özelliklerini taşıyabilecek yavru ya da yavrular oluşturuyorlar. Daha önce de bahsettiğimiz gibi, her biri kendine özgü ve rastlantısal süreç ve koşullardan geçerek evrimleşen bu iki cins canlı, nasıl olup da tam da birbirlerine uygun üreme organlarına ve sistemlerine sahip olacak şekilde gelişebiliyorlar. Hatta bunların anatomi olarak aynı tür canlı olarak gelişmesi bile mucize olarak kabul edilebilir. Örneğin, erkek ve dişi kedinin tek hücrelilikten yola çıkarak, kedi anatomisine sahip birer canlı olarak gelişmesi gibi.

Bunların da dışında uç bir olasılık olarak örneğin insanın hermafrodit yani çift cinsiyetli bir özelliğe sahip olduğu bir dönemin olduğunu ve bu dönemde kendi kendisiyle çiftleşerek yani eşeyli üreme yaptığını var sayalım. O zaman da yine bu şekilde çok sayıda hermafrodit insan ya da onun evrimsel atası sayılan canlının fosil kayıtlarının bulunması gerekirdi.

Bunların yanında eşeyli üremeyi harekete geçiren hormonların ortaya çıkışı da önemli bir sorundur. Çünkü bu hormonlarla ilgili olarak,  eşeyli üremeye başlayan ilk canlılar evrimsel atalarından genetik bir bilgi devralmamışlardır. Zaten bu atalarda eşeyli üremeyi harekete geçiren hormonlar bulunmamaktadır ve bunlara ihtiyaç duymadan eşeysiz olarak üremektedirler.
   
‘’Canlıların çeşitliliğinde bugün her tarafta izlerini gördüğümüz, büyük olasılıkla Kambriyen öncesi dönemde meydana gelen patlamayı doğuran şey, eşeyli üremenin meydana gelişidir. Eşeyli üreme nasıl ortaya çıktı? Anlamlı bir proteini meydana getiren bir gen, ilk atadan bölünme sırasında parçalanarak bir parçası bir yavruya, diğeri de öbür yavruya verilmiş olabilir. Bu protein yaşamsal öneme sahipse, ancak iki birey bir araya gelerek işlevsel döllerin oluşmasını sağlayabilir. Bu, bireylerden belirli bir genomu alana (+), verene de (-) diyerek ilk dişi ve erkeğin ayrımının temelini oluşturulmuş olabilir. Daha sonra eşeysel seçilimle, özellikle çok hücreli canlılarda, ikincil eşeysel özellikler ortaya çıkmıştır’’. 
Ali Demirsoy Prof. Dr. H.Ü.Biyoloji Bölümü

Yukarıdaki alıntıda eşeyli üremeye geçiş konusunda, kanıtlanmış bilimsel verilere değil, tamamen kişisel çıkarımlara dayalı tahminlere yer verildiğini görüyoruz.

‘’Çekirdekli hücre –ökaryotlar– oksijene tamamen uyum sağlamış ve çok az bir değişim göstermiştir. Bu devrimci yeni yaşam formunun ortaya çıkışı gelişmiş eşeyli üremeyi mümkün kılmış ve bu üreme biçimi de evrimin hızını arttırmıştır. Prokaryotlar, bakteriler ve mavi-yeşil alglerden (bunlar fotosentez sayesinde oksijen üretirler) oluşan iki grup organizmayı içerirken, ökaryotlar bütün yeşil bitkileri, bütün hayvanları ve mantarları içerirler. Eşeyli üreme bir başka nitel sıçramayı temsil eder.

Ökaryot veya çekirdekli hücrenin ortaya çıkışı 1,5 milyar yıl önce biyolojik bir devrim yaratmıştır. Eşeysiz tomurcuklanma ve bölünmeden eşeyli üreme çıktı. Böylesi bir ilerleme, iki bireyin kalıtım malzemesinin karışımını sağladı, böylece artık yavrular ebeveynlerden farklı olacaktı. Bu durum çeşitliliği doğurdu, artık bu çeşitlilik üzerinde doğal seleksiyon işleyebilirdi. Her hayvan ve bitki hücresinde DNA, çekirdek içindeki kromozom çiftleri olarak düzenlenir. Bu kromozomlar bireysel özellikleri belirleyen genleri taşırlar. Oluşan yavru, ebeveynlerin özelliklerini kendinde birleştirirken aslında yine de onlardan farklılık gösterir. Eşeyli üremenin kökeni, öyle görünüyor ki birbirini yutan ilkel organizmalarla bağlantılıdır. İki bireyin genetik malzemesi iki kromozom takımına sahip bir organizma üreterek kaynaşıyordu. Ardından daha büyük olan organizma doğru miktardaki kromozoma sahip iki parçaya bölünür. Tek ve çift kromozomlar bir dönem vardı, fakat zamanla çift kromozoma sahip olma durumu tüm bitki ve hayvanların normal varoluş tarzı haline geldi. Bu da çok hücreli organizmaların evriminin temelini oluşturdu.   
 http://www.sonsuz.us/?q=node/1062

Yukarıdaki alıntıda dikkat edilmesi gereken ilk husus, eşeyli üremenin “evrim açısından nitel bir sıçramayı” temsil ettiğinin belirtilmesidir. Evrimin doğasında olması gereken aşamalı ve zamana yayılan değişimlerin, eşeyli üremeye geçiş konusunda işlememesi veya daha doğrusu, bu geçişi açıklamada yetersiz kalışı, böyle bir “sıçrama” nitelemesini zorunlu hale getirmiştir. Evrimin, evrimsel süreçlerle mantıklı bir şekilde açıklayamadığı konularda, en az “yaratılış” kadar doğaüstü ve metafizik sayılabilecek “nitel sıçrama” kavramına sarıldığını görüyoruz. Sağlam bilimsel ve mantıksal temellere dayanmayan bu “nitel sıçrama” kavramının, sınırlarının ne olacağı da belirsizdir. Nitel sıçramalarla neler oluşabileceği, ne gibi değişimler ve oluşumların mümkün olabileceği tamamen hayal gücü ile sınırlanabilen çıkarımlara açık konulardır. Bu konuda çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; içinde insan vücudunu oluşturan elementlerin ve bileşiklerin bulunduğu çamur yığınlarından bir insanın birden bire ortaya çıkıvermesi de bir “nitel sıçrama”nın gerçekleşmesi olarak görülebilir. Bu durumda yaratılış fikrinden daha bilimsel sayılabilecek bir temele dayanılamadığının kabulü gerekir. Aslında yaratılış fikri daha akılcıdır çünkü en azından üstün bir ilme ve güce sahip yaratıcıya dayandırılmaktadır.

Yukarıdaki alıntıda dikkat çekilmesi gereken diğer bir konu daha vardır. Eşeyli üremenin kökeninin, “birbirini yutan ilkel organizmalara” bağlanması da bilimsel ve mantıksal açıdan “nitel sıçrama” açıklamasından daha sağlam değildir. Bir kere birbirini yutan organizmaların varlığı ve bu yutma olayından sonra yutulan organizmanın bütün genetik malzemesini taşıyan kromozomlarıyla birlikte, sindirilerek tamamen yok olmadığının, varsayımlarla değil, bilimsel kanıtlarla ortaya konulması gereklidir.
 
Daha farklı bir açıdan olaya bakalım: Eşeyli üreme için birbirine uyumlu sperm ve yumurta hücrelerine ve bunların bir araya gelerek döllenme olayını gerçekleştirmelerine ihtiyaç vardır. Şimdi, belli bir canlının, örneğin insanın üremesini sağlayan sperm ve yumurta birleşmesinin yeryüzünde ilk kez gerçekleştiği zamana geri dönelim. Varsayılan evrimsel süreçte her şeyin bir ilki olacağına göre, insanda sperm ve yumurta döllenmesi olayının da bir ilki mutlaka olmalıdır. Böyle bir ilkin gerçekleşmesi için bahsettiğimiz özel hücreler olan sperm ve yumurtanın kendilerini üreten bir beden olmaksızın kendiliğinden evrimleşerek var olabilmesi ya da kendilerini üreten bir bedenden kaynaklanmaları gerekir. Kendilerini üreten bedenler olmadan sperm ve yumurtanın gelişmesi ve hatta yepyeni bir canlı oluşturacak şekilde mucizevî bir uyum ortaya koyarak birleşmeleri tamamen hayalî bir fikir olabilir. O zaman bu ihtimalin alternatifi olabilecek bir diğer fikri değerlendirmek gerekecektir. İlk döllenmeden önce insan, erkek ve dişi olarak gelişmiş, fakat eşeyli üremeyle değil, bölünerek çoğalma yoluyla üremiş olabilir. Yani erkek insan ve dişi insan olmak üzere veya bunların günümüz insanına çok da benzemeyen evrimsel ataları şeklinde iki farklı canlı türü bulunmalıdır. Bunlar da mucizevî bir şekilde birbirine tam bir uyum sergileyen eşey hücrelerini yani sperm ve yumurtaları hiçbir genetik miras olmaksızın üretmiş olmalıdırlar. Bu da yetmez, tesadüfen birbirine tam uyumlu olarak evrimleşip gelişmiş cinsel organlar vasıtasıyla ilk cinsel birleşmeyi de gerçekleştirmiş olmalıdırlar. Dahası, hamilelik ve doğum için gerekli organ ve sistemler önceden bir şekilde tam da olması gerektiği gibi gelişmiş olması gerekir.

Daha önce de bahsettiğim uç bir düşünce olarak burada da başlangıçta hermafroditlik ihtimalini değerlendirecek olursak, bu sefer de böyle bir insan ya da onun evrimsel atası sayılabilecek canlının fosil kayıtları bulunması gerekliliği, çözülmesi güç bir sorun olarak karşımıza çıkar.

 
Miller-Urey Deneyi ve Canlılığın Cansız Maddelerden Kendiliğinden Oluştuğu İddiası

“Miller-Urey Deneyi kimyasal evrimin oluşumunu denemek üzere, dünyanın ilk zamanlarında var olduğu öngörülen koşulların benzetim yöntemiyle oluşturulduğu bir deneydi. Bu deney, özellikle Aleksandr Ivanovich Oparin ve J.B.S. Haldane'in, ilkel dünya üzerindeki koşullarda var olan inorganik öncüllerinin kimyasal tepkimeler yoluyla organik bileşikleri sentezlediği hipotezini sınamak içindi. Abiyogenez konusunda klasik bir deney olduğu kabul edilen bu deney, 1953 yılında Stanley Lloyd Miller ve Harold Urey tarafından Şikago Üniversitesi'nde yapılmıştı

Deney, su (H2O), metan (CH4), amonyak (NH3), hidrojen (H2) ve karbon monoksit (CO) ile yapılmıştır. Bu kimyasallar, steril cam tüp ve kaplar dizgesi içinde, dış ortamdan yalıtılmış olarak bulunuyordu. Bir cam kap yarısına kadar sıvı haldeki su ile doluydu, diğer bir cam kapta ise bir çift elektrot vardı. Su ısıtılarak buharlaşma sağlanmıştı, elektrotlar arasında ise kıvılcımlar çakması sağlanarak dünyanın atmosferindeki yıldırımların ve su buharının benzetimini sağlanmıştı. …

Bir haftalık sürekli bir işlemin ardından Miller ve Urey sistemin içindeki karbonun en az %10-15 kadar bir kısmının organik bileşik oluşturduğunu gözlemlemişlerdi. Karbonun yüzde iki kadar bir kısmının da, canlıların hücrelerini oluşturan proteinlerin oluşumunda kullanılan amino asitleri, bol olarak da glisinin oluşturduğunu görmüşlerdi. …”
http://tr.wikipedia.org/wiki/Miller-Urey_Deneyi

Yukarıdaki bilgilerde bahsedilen deneyin sonuçları tartışmalı olduğu gibi, deney düzeneğinde ilkel atmosfer koşullarının uygulanıp uygulanmadığı konusunda da tartışmalar vardır. Ancak biz bu tartışmaları bir yana bırakıp, deneyin ve sonuçlarının doğru olduğunu kabul edelim.

Mademki evrimcilere göre bu deneyin sonuçları,  yani cansız maddelerden organik bileşikler olan amino asit vb. oluşması evrimin tartışmasız bir kanıtını oluşturabiliyor, neden bu deneyden itibaren 50 yıldan fazla zaman geçtiği halde 21.yüzyılın bilim ve teknoloji düzeyi ile ve uygun hale getirilmiş laboratuar koşullarında tamamen cansız varlıklardan tek bir tane ve sadece tek hücreli olsun (bakteri, virüs gibi) bir canlı oluşturulamıyor? Öyle ya, yukarıdaki bilgilerde sadece bir hafta gibi canlılığın oluşum süreci için çok kısa sayılabilecek bir zamanda, canlılığın evrimle oluştuğunun kesin göstergesi saydıkları organik bileşiklerin sentezlenmesi olayı gerçekleşebiliyorsa ve bunlar canlılığın temel yapı taşlarıysa, aylarca ve hatta yıllarca kesintisiz sürdürülebilecek benzeri bir deneyle bir tane de olsa sadece tek hücreli bir canlı oluşabilmelidir değil mi? Acaba evrimi savunanlar neden böyle bir sonuç ortaya koyabilecek bir çalışmayı gerçekleştirip yüzyıllardır süren evrim tartışmalarına bir nokta koyuver(e)miyorlar?

Geçmiş yıllarda ilk yapay canlının üretildiği yolunda medyada haberler çıkmışsa da, bu sadece zaten var olan bir bakteri türünün genleriyle oynanarak ya da kromozomları değiştirilerek, yani tesadüfe yer bırakmaksızın bilinçli ve zekice müdahalelerde bulunarak, başka özelliklere sahip bir bakteri türünün ortaya çıkarılmasından ibarettir. Bu konuyla ilgili olarak çok daha yeni sayılabilecek (Mayıs 2010) bir çalışmada ise başka bir mikrobun genetik haritası kullanılarak elde edilen yapay kromozom laboratuarda bir bakteriye nakledilmiş, yapay DNA’lı hücre çoğaltılarak kullanılan bakteriden farklı bir bakteri türü oluşturulmuştur. Ancak bunlar yukarıda da bahsedildiği gibi bilim ve teknolojinin ulaştığı son imkânlar seferber edilerek ve son derece bilinçli müdahalelerle olabilmiştir. Bu açıdan yapay canlı üretmeye yönelik bu çalışmalar ve hatta bunların başarıya ulaşması, Kuran’ı ve yaratılışı çürütmek bir yana, ayetlerle birebir örtüşerek, bir bakıma doğruladığı da iddia edilebilir. Zira aynen ayetlerde belirtildiği Allah’ın yarattığı DNA ve bakteri gibi canlılar değiştirilerek yeni ve farklı türler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Zaten Kuran-ı Kerim’de “Allah’ın yarattığının değiştirileceği” bilgisi 1400 yıl öncesinden haber verilmiştir. (bkz. 4:118 ve 119. ayetler.)



İNSANLIK TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK BİLİMSEL İLLÜZYON
(EVRİM)

İllüzyon sanatı, izleyenlerin dikkatini başka noktalara çekerek, asıl olayın fark edilmemesini sağlamaya dayanır. Evrimciler de, canlıların, özellikle de insanın biyolojik geçmişinde bazı sanal aşamaların varlığına yönelik, kendilerince belirlenmiş noktalara dikkat çekerek, asıl olayın yani yaratılışın fark edilmemesini sağlamaya çalışırlar. Şimdi bunun nasıl ve ne şekilde gerçekleştirildiğini inceleyelim:

Evrimciler insanın evrimiyle ilgili olarak, bugün yaşayan maymun türleriyle aynı ortak atadan geldiğimizi iddia ederler. Genel olarak “primat” adıyla bilinen canlılar grubunun, insanın da evrimsel ataları olduğu kabul edilir. Daha da geriye giderek en uzak evrimsel ata olarak “ağaç sivrifaresi” adıyla bilinen bir canlı gösterilmektedir. Ancak bu görüş bütün antropologlarca kabul edilmemektedir. Yani bilinen en uzak evrimsel atalarımız hakkında da bir görüş birliği yoktur. (Kaynak: Vikipedi-İnsan Türünün Evrimi)
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0nsan_t%C3%BCr%C3%BCn%C3%BCn_evrimi)

Daha sonraki aşamalar için ise primat olarak adlandırılan canlı grubundan insana benzerliğiyle dikkat çeken bazı türler insanın daha yakın evrimsel ataları olarak gösterilir.

“Homininae: 6 milyon yıl önce günümüzün goril şempanze cinslerini oluşturan atalar ayrıldığı varsayılmaktadır            
Gorillini: Unassigned Homininae                   
Hominini – insan türüne giden yol olarak kabul edilmekte    
Hominina: 4,5 milyon yıl önce iki ayağının üzerinde duran hominianlar ortaya çıkmıştır.                         
Ardipithecus, Australopithecus – Yakın hayvan atalarımızın kuzeni olduğu varsayılıyor.                     
Kenyanthropus, Orrorin, Paranthropus, Sahelanthropus, Ramapithecus – Yakın hayvan atamız olduğu ve insanın bilinen en eski soyu ve ilk homo türlerinin ortak atası olduğu varsayılıyor.
Homo: Homo cinsi 3 milyon yıl önce hominianlardan ayrıldığı varsayılıyor
Homo antecessor, Homo cepranensis Homo erectus – Homo habilisten türemiş uzak insan atası olduğu varsayılıyor                  
Homo ergaster, Homo floresiensis, Homo georgicus,
Homo habilis – Modern insanın (Homo Sapiens Sapiens), ilk uzak insan atası,             
Homo heidelbergensis, Homo neanderthalensis, Homo rhodesiensis, Homo rudolfensis,
Homo sapiens – Yakın insan olduğu varsayılıyor,
Homo sapiens sapiens -- Günümüz insanı” (Kaynak: Vikipedi)

Yukarıda bahsi geçen, insanın evrimsel ataları olduğu varsayılan canlı türlerinin hepsi bir omurgaya, gelişmiş bir sinir sistemine ve organlar sistemine sahiptir. Hepsinin bir başı, beyni, gözleri, kulakları, gelişmiş mide, akciğer, bağırsak vs. gibi iç organları ve memeli hayvanlar olarak üreme sistemleri mevcuttur.

Peki, evrimciler bu “illüzyonu” nasıl gerçekleştirirler? İnsanın evrimsel ataları olarak kabul edilen canlıların gelişmiş özelliklere nasıl ve ne şekilde ve hangi zaman aralıklarında sahip olduğunun üzerinde fazla durmazlar. Sadece bazı tahminlere dayalı açıklamalarla yetinirler. Basın yayın organlarında ise, tahminden, fanteziden ve “nitel sıçrama” gibi sınırları hiçbir şekilde belirlenemeyen mantıklı ve bilimsel açıklamalar getiremedikleri için bu konuları gündeme getirmezler. Çünkü ondan önceki aşama şüphe götürmeyecek şekilde yaratılıştır. Eşeyli üremeye geçiş gibi…  Örneğin, bugün vücudumuzda bulunan organlardan ilk olarak oluşanın ve son olarak oluşanın hangisi olduğuna dair, evrimciler tarafından kesin bilimsel kanıtlarıyla ve fosil kayıtlarıyla desteklenen ortaya konmuş bir bilgi mevcut mudur? Bu konulara hiç dikkat çekilmemeye çalışılır. Medyada çıkan evrimle ilgili haberlerde, sadece, insana benzeyen daha eski canlıların fosilleri için “İnsan Evrimindeki Kayıp Halka Bulundu” gibi sansasyona yönelik konular göz önüne getirilir. Üstelik bu tür haberler hemen hemen her yıl tekrar tekrar gündeme getirilir. Tabii bu durum, “İnsan evriminde kaç tane kayıp halka vardı? Hani geçen yıl da bulunmuştu, bu kayıp halkalar hiç bitmeyecek mi?” vs. gibi sorular akla getirmektedir.

İnsanın evrimsel ataları olduğu varsayılan tüm canlıların nasıl, ne şekilde ve hangi zaman aralıklarında (birkaç yüz milyon yıl gibi çok genel bir zaman aralığı vermeden) bugün elde edilen fosil kayıtlarında tespit edildiği haliyle sahip oldukları organ ve sistemlere sahip olduğu konusuna tekrar dönelim. Örneğin, bugün vücudumuzda on tane organ olduğunu varsayalım. Evrimcilerin varsaydığı evrimsel süreç içinde bu organların hepsinin aynı anda birden bire ortaya çıkmayacağı kabul edilmelidir. Zamanda geriye doğru gidersek, şimdi, örnek olarak on adet olduğunu kabul ettiğimiz organlardan daha az sayıda organın bulunduğu bir dönem mutlaka olmalıdır. Mesela midenin ya da kalbin bulunmadığı bir evrimsel atadan hiç bahsedilmez. Bu organların olmadığı dönemlerde bu organların bugünkü işlevlerini neyin ve nasıl gerçekleştirdiği bilimsel olarak, fosil kayıtlarıyla gösteren bilgiler mevcut mudur? Yani somut olarak, “işte, şu canlı da insanın evrimsel atasıdır ve örneğin midesi olmadan önce şu şekildedir ve şu şekilde sindirim yaparak yaşar” gibi fosil kayıtlarına dayanan bir bilimsel açıklama getirilebilmiş midir?

İşte bu konularda bilimsel açıklamalar getirilemediği ve bu haliyle insanları evrime inandırmak mümkün olamayacağı için “bilimsel illüzyon”a başvurmak ihtiyacı ortaya çıkar. Asıl olan yaratılışın fark edilmemesi için, bugünkü insan ırkından önce yaşamış ve nesli tükenmiş olan ve aynı zamanda anatomik olarak insana benzeyen primat türü canlıları günümüz insanından önceki evrimsel basamaklar olarak gösterirler. Oluşturdukları bu basamaklar, (evrim ve yaratılışı canlıların oluşumu hakkında iki ayrı senaryo olarak kabul edersek) evrim senaryosunun karşıtı olan yaratılış senaryosunu herhangi bir şekilde çürütebilen kanıtlar ortaya koyabilmekten de uzaktır. Zira Yüce Allah, bu canlıları zaman içerisinde birbirlerinden sonra ve ya aynı zamana da rastlayabilecek şekilde, fosil kayıtlarında tespit edildikleri haliyle yaratmış ve zamanı gelince de nesillerinin tükenmesini takdir etmiştir. Örneğin, bu primat türü canlıların veya insanın hep iki kollu, beş parmaktan oluşan iki elli ve iki bacaklı olmaları bazı sorular akla getirir. Neden hiç tek bacağı olan fakat ikinci bacağı henüz oluşma aşamasında yani çok küçük olan bir ara formdan bahsedilmez? Örnekleri çoğaltabiliriz. Neden evrimsel atalar olarak kabul edilen canlıların hiç birinde elde ve ayaklarda dört parmak olan ve beşinci parmağın henüz çok küçük ve oluşma aşamasında olduğu bir fosil kaydı gösterilemez? Neden hep gözler iki tanedir, gözün biri tam olarak oluşmuş iken diğer gözün henüz küçük ve oluşma aşamasında olduğu bir ara geçiş formu fosili gösterilmez? Eğer evrimcilerin varsaydığı evrimsel aşamalar ve aşamalı değişimler doğruysa bu tür eksik ya da gelişimini tamamlamamış organlara sahip çok sayıda canlının fosillerine rastlanmalıdır. Oysa evrimciler buna karşılık, ara geçiş formlarının bu şekilde olmayacağını bunun yanlış bir anlayış olduğunu savunurlar. Peki, bu tür çok sayıda ara geçiş fosiline rastlansaydı bunları evrimin bir bilimsel kanıtı olarak görmeyecekler miydi? “Ara geçiş formları böyle olmaz zaten, bunları evrime kanıt olarak görmeyin” mi diyeceklerdi? Herkes biliyor ki bu tür kanıtlara balıklama atlayıp, “işte görüyorsunuz, hala neden kabul etmemekte diretiyorsunuz?” diyeceklerdir. Üstelik bu tür ara geçiş formlarının olamayacağını hangi bilimsel veya mantıksal temele dayandırdıklarını açıklamaya bile gerek duymazlar.

Oysaki günümüzde de insan dahil birçok canlı türünde mutasyonların etkisiyle anormallik içeren doğumlar olmaktadır. Örneğin altıparmaklı el gibi durumlar sıklıkla görülebilmektedir. Ancak her ikisi de altıparmaklı insandan olan bir çiftten bile gayet normal bir ele sahip insanlar doğmaktadır. Örneğin her ikisi de cüce olan iki insandan normal boyda insanlar doğmaktadır. Taşıdıkları cücelik gibi özellikleri genetik olarak sonraki nesillere aktarmaları zorunlu değildir. Peki, mutasyonlar sonucu oluşan bu anormallikler mutlak bir şekilde sonraki nesillere aktarılsaydı evrimciler bunu evrime kanıt olarak kabul etmeyecekler miydi? Bunların mümkün olmadığı görülünce “ara geçiş formları böyle olmaz zaten” denilmekte ve bahsettiğimiz bilimsel illüzyonun gerçekleşmesi sağlanmaya çalışılmaktadır.

İnsan ile şempanze arasındaki genetik benzerlik evrimciler tarafından sıkça kullanılır. Bu benzerlik dolayısıyla şempanzenin insan türünün en yakın evrimsel akrabası olduğu kabul edilir. Bu görüş bile, evrimcilere, ilk bakışta mantıklı görüldüğünden, bu konuda illüzyon için önemli bir fırsat oluşturur. Şöyle bir düşünelim: Sizin, size çok az benzeyen örneğin yedi kardeşiniz var. Sizin yaşadığınız ülkeden ve hatta yaşadığınız kıtadan çok uzakta bir ülkede, size ikiziniz kadar benzeyen bir insan yaşıyor. Sizin de bu benzerliğe dayanarak diğer kardeşlerinizin aslında sizin kardeşleriniz olmadığını, dünyanın öbür ucundaki insanın ise mutlaka kendinizin kardeşi olduğunu iddia etmeniz ne kadar mantıklıdır? Gerçek olan, size çok az benzeyen ya da hiç benzemeyen yedi kardeşinizin de sizin gerçek kardeşleriniz olduğu, diğer size çok benzeyen kişinin ise sizinle hiçbir akrabalık bağı olmadığıdır. Sonuç olarak, eğer benzerlikler evrime kanıt olarak gösterilecekse, bu hiç de sağlam temellere dayanan bir kanıt olmayacaktır.

Evrimci anlayışa göre insan türü evrimin en yüksek zirvesini oluşturur. Özellikle insan beyninin gelişmişlik seviyesi bu anlayışın temelini oluşturan en büyük etkendir. Eğer şempanze, insanla olan genetik yakınlığı, fiziksel benzerliği ve beyinlerinin gelişmişlik düzeyi sebebiyle insanın en yakın evrimsel akrabası sayılıyorsa yine evrimci anlayıştaki başka bir mantığın hiç de sağlam temellere dayanmadığını görebiliriz. Çünkü beyinlerinin gelişmişlik düzeyi ve zekâ bakımından insandan sonra en gelişmiş ve bu yönlerden insana en yakın olan canlı türü şempanzeler değil yunuslardır.


İnsandan sonra en zeki canlı yunus,  şempanze üçe geriledi

Yunuslar insanlardan sonra en parlak beyne sahip canlı. ABD, Atlanta’daki Emory Üniversitesi’nden zoolog Lori Marino’nun yaptığı araştırmada, MR tekniğiyle yunusların beyin haritasını çıkarıldı ve primatlarınkiyle karşılaştırıldı. Şişe burunlu yunusların beynindeki serebral korteksle neokonteksin çok büyük olduğunu belirten Marino, “Yunusların birçoğunun beyni bizimkinden daha büyük ve kütle olarak insan beyninden sonra ikinci geliyor” dedi. Yunuslar uzun zamandır zekâlarıyla tanınıyor, ancak üç yaşındaki bir çocuğun zekâ seviyesine sahip olabilen şempanzelerin, yunuslardan daha zeki olduğu zannediliyordu. Son araştırmayla şempanzeler üçüncü sıraya düştü. Araştırmaya göre yunusların belirgin bir kişilikleri var, kendilerinin farkındalar ve gelecek hakkında düşünebiliyorlar. Aynı zamanda ‘kültürel’ hayvanlar olan yunusların başka yunuslardan yeni davranış biçimleri alabildikleri de açıklandı. Yunuslara insanlarla aynı statünün verilmesini isteyen uzmanlar, bu zeki hayvanların eğlence parklarında kullanılmaları ve eti için öldürülmelerinin zalimlik olduğunu söylediler.”             
Radikal Gazetesi –Ocak 2010
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=972771&Date=06.01.2010&CategoryID=96

Mademki evrimci anlayışa göre insanın en yakın akrabası şempanzedir, neden beyin ve zekâ yönünden de en yakını değildir. Evrimcilerin yarattığı mantık illüzyonuna göre evrimin şu andaki zirvesi insan türüdür ve ona en yakın olabilecek olan da şempanze değil midir? İnsanın maymun türleriyle ve özellikle şempanzeyle ortak atadan geldiği savının temellerinden biri genetik ve buna bağlı olarak fiziksel benzerlik değil midir? Fiziksel benzerliğin akrabalığa sağlam bir kanıt olarak kabul edilemeyeceği örneğini verdik.  Zekâ ve beyin gelişmişliği açısından insana en yakın olan canlılar yunuslar olduğuna göre neden yunuslarla insan türü arasında evrimsel akrabalıktan bahsedilmez? Evrimci anlayışa göre evrimin zirvesi insan türü ise ve ona en yakın olan canlı şempanze ise zekâ ve beyin gelişmişlik düzeyi açısından da en yakın canlının yunus değil şempanze olması gerekmez mi?

Evrimciler evrimin tüm canlıların biyolojik kökenini ve geçmişini açıkladığını veya açıklayacağını iddia ederler. Ancak bugüne kadar 21. yüzyıl bilim ve teknoloji düzeyiyle bile herhangi bir canlının kökeni ve geçirdiği biyolojik aşamalar kesin ve eksiksiz bir biçimde açıklanabilmiş değildir. Örneğin, herhangi bir memeli hayvanın “bir tek hücreden” başlayarak geçirdiği tüm aşamaların zaman çizelgesi halinde günümüzdeki haline kadar biyolojik geçmişini, ne zaman cinsiyetlere ayrıldığını, ne zaman kalp ve beyin gibi organlara sahip olduğunu, ne zaman bir sinir sistemine sahip olduğunu ve ne zaman memeli bir hayvan halini aldığını açıklayan bilgiler ortaya çıkarılabilmiş değildir. Zaten böyle evrimsel aşamalarının tümü açıklanabilen bir canlı var olsaydı bundan bugün tüm insanlığın haberdar olması ve bu canlının isminin de herkesçe ezbere biliniyor olması gerekmez mi?

Yukarıdaki açıklamaları tamamlayıcı bir düşünce deneyi tasarlayalım. Yeryüzünün derinliklerinde, insana dair hiçbir izin bulunmadığı bir zamandan,  örneğin yüz milyonlarca yıl öncesinden kalmış olduğu kesin olan ve deniz kabuklarından oluşan bir fosiller grubu keşfedilmiş olsun. Ancak, bir arada bulunan bu deniz kabuğu fosillerinin çok önemli bir özelliği bulunuyor. Bu kabuklar öyle ilginç bir şekilde dizilmişler ki, bugün için de anlamlı bir yazı oluşturmuş. Yazı aynen şöyle:  “canlılar evrimleşmiştir ve bu yazı da tıpkı canlıların evrimi gibi, hiçbir bilinçli müdahale olmaksızın tamamen rastlantısal olarak oluşmuştur.”

Şimdi şöyle bir düşünelim. Deniz kabuklarının diziliminden oluşan böyle bir yazının içerdiği yargıya, en ateşli evrim savunucuları acaba inanırlar mıydı? Böyle bir yazının gerçekten de bilinçli bir müdahale olmadan tamamen rastlantısal olarak oluşmuş olabileceğine ihtimal verebilirler miydi? Ya da en azından böyle bir şeyi savunabilirler miydi? Hatta bu yazıların milyonlarca yıl içerisinde aşama aşama, ilk olarak tek bir harften başlayıp sonra bir kelime ve sonunda yukarıdaki gibi bir cümle halini aldığı da kesin olarak kanıtlanmış olsun. Bu durumda bile yukarıda bahsi geçen yazının içerdiği yargıdaki gibi rastlantısal olduğunu iddia edebilmek oldukça zor görünmektedir.

Böylesi bir yazıya inanabilmek güçtür, çünkü yazı her ne kadar bilinçli bir müdahale olmadığını ifade etse de bir “bilinç” içerdiği sonucuna varılır. Peki, canlıların genetik şifresini taşıyan, en küçük ayrıntısına kadar hangi özelliklere sahip olacağına dair kütüphaneler dolusu bilgi içerebilen DNA yukarda bahsi geçen yazıdan daha mı az bilinç içermektedir? Evrimciler nasıl DNA’nın rastlantısal olarak oluştuğunu savunabilmektedirler?

"Evrime inanırsanız zayıfların yok olmasına doğal seleksiyonun bir sonucu deyip ses çıkarmazsınız...Ama eğer ALLAH'a inanırsanız zayıfları korumak Allah'ın emridir deyip koruyup yardım edersiniz..."
T.TAŞPINAR






29

“ATEŞ KASIRGASI”  NÜKLEER PATLAMA

Sizden biriniz arzu eder mi ki, hurma ve üzüm ağaçlarıyla dolu, arasından sular akan ve kendisi için orada her çeşit meyveden bulunan bir bahçesi olsun da, bakıma muhtaç çoluk çocuğu varken kendisine ihtiyarlık gelip çatsın, bahçeye de ‘ içinde ateş bulunan bir kasırga isabet ederek yakıp kül etsin!’ İşte düşünüp anlayasınız diye Allah size ayetleri açıklar. 2 (Bakara)/266

Yukarıdaki ayette hemen dikkatimizi çeken “içinde ateş bulunan bir kasırga”dan bahsetmiş olmasıdır. Atom bombası gibi nükleer patlamalar da bu patlamaların gerçekleşme süreci incelendiğinde tam olarak ateşli ya da alevli bir kasırgaya benzer. Ayet ilk defa okunduğunda bahsedilen olayın çok yoğun yıldırımlı bir kasırga akla gelebilir. Ancak ilginç bir şekilde ayette nedense yıldırımdan ya da şimşeklerden hiç bahsetmez. ‘‘İçinde ateş bulunan” denilerek, rüzgârın kendisinde bir ateş, yani yakıcılık özelliği olduğuna vurgu yapmaktadır. İlk bakışta, kullanılan tasvirlerden mutlaka nükleer patlamalara işaret edildiği sonucuna varılamaz’’ denilebilir. Ancak, ayette geçen ve kasırga kelimesinin karşılığını oluşturan ‘’i’sar’’ kelimesinin anlamları araştırıldığında çok ilginç sonuçlara ulaşılır. İsar kelimesinin kasırga anlamı dışında konumuzla ilişkili olan diğer anlamları şöyledir;

İ’sar: Dökmek,  serpmek,  saçmak, sürçtürmek, ayak kaydırmak.   
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=isar&t=@


Nükleer Silahlar

Bu gruba giren silahlar, atom çekirdeğinin parçalanması veya birleştirilmesiyle oluşan enerjinin birden açığa çıkması etkisiyle çalışır.

Etkileri ve korunma yöntemleri:

1.  Işık: Patlama anında oluşan çok parlak ışık, çıplak gözle bakıldığında gözlerde tedavisi olanaksız hasarlar yaratır. …

2.  Isı: Patlama noktasında milyonlarca dereceye çıkan ısı, hızla etrafa yayılır. Etkisini kaybedene kadar olan bölgede (bu bölge, kullanılan nükleer madde miktarına göre değişir) her şeyi yakar…

3.  Darbe: Patlama anında oluşan ısı, bulunduğu yerdeki havayı da aynı derecede ısıtacak, ısınan havanın genleşmesi prensibi ile bu hava kütlesi etrafa doğru yayılacaktır. Atmosfer ısısından bir anda birkaç milyon dereceye ısınan havanın genleşmesi tam bir kasırga etkisi yapar ve yüzlerce km hızla etrafa yayılır. Kısa bir müddet sonra merkezde hava atmosfer normaline dönünce (bu süre 5-10 sn. kadardır) bu sefer de etraftaki hava aynı hızla merkeze hücum edecektir. Yani darbe etkisi 2 defadır.

4. Radyoaktif ışıma: Patlama anında etrafa alfa, beta ve gama ışınları yayılır. …

5.  Radyoaktif serpinti: Patlama anında toz haline gelen bölgedeki taş, toprak radyoaktif ışıma sonucu kendisi de radyoaktif özellikler kazanarak mantar şeklinde yükselir. Bu mantar bulut, atmosferdeki rüzgârların etkisinde kalır ve uzaklara doğru yayılır. Daha sonra yağmurlarla veya serbest olarak yeryüzüne yağar. Bu serpinti, patlama bölgesindeki ışıma ile aynı etkileri yapar.
http://www.yasamdersleri.com/yazi.asp?id=947

Dikkatinizi çekeceği üzere 3. Maddede, patlamada havanın genleşmesinin ‘’tam bir kasırga etkisi’’ yaratacağından bahsediliyor. Ondan önceki 1.ve 2. maddelerde ise ateşi ve alevi anımsatan çok parlak bir ışıktan ve her şeyi yakan çok yüksek bir ısıdan söz ediliyor. 5. maddede ise radyoaktif serpintiden bahsediliyor ve ‘’i’sar’’ kelimesinin anlamlarından olan ‘’serpmek’’ fiiline karşılık oluşturuyor.

Bu bombalar saniyenin milyonda birinde, bir milyon kere milyon kilo kalori enerji açığa çıkarmaktadır. Bu enerji Havayı ısıtarak 12.000 m yüksekliğinde bir bulut meydana getirmekte, rüzgârlarından ‘’binalar yıkılmakta’’ ve 400 m çapındaki alanı eriterek ateş gölü haline getirmektedir.                  http://www.diyadinnet.com/YararliBilgiler-1705&Bilgi=atom-bombas%C4%B1

Burada yine “i’sar” kelimesinin ‘‘ ayağını kaydırıp yere yıkmak’’ anlamına karşılık gelen durum anlaşılmaktadır. Ayrıca ‘’rüzgârlarından binalar yıkılmakta’’ ve “400 m çapındaki alanı eriterek ateş gölü haline getirmektedir’’ bilgisi de ayette geçen ‘’içinde ateş bulunan kasırga’’ tasvirini çok net bir şekilde karşılamaktadır.



30
ŞEMS (GÜNEŞ) SURESİ İLE HELYUM ELEMENTİ ARASINDAKİ MUCİZEVÎ BAĞLANTI
HELYUM KELİMESİNİN ANLAMI

Son yıllarda sıkça gündeme gelen bazı kaynaklarda, Şems Suresi ile Helyum elementi arasında Helyumun simgesinin  “He” olması nedeniyle mucizevî bir ilişkinin bulunduğu açıklanmıştır. Bu ilişki Güneş anlamına gelen Şems Suresi’nin bütün ayetlerinin Arapça ‘’h’’ ve “e” harfinin karşılığı olan ‘’elif’’ harfleri ile bitmesidir.(http://www.kuranca.com/)

Aşağıdaki kaynakta Latin harfli yazılışına dair fikir vermesi açısından surenin birinci ayeti örnek olarak verilmiştir. Bu çalışmalarda hidrojen elementiyle ilgili çıkarımlar da vardır ancak, konumuzu helyum ilgilendirdiği için ona değinmeyeceğiz.

Ve-ş şemsi ve duhâ-hâ,”
1.ve: andolsun 2. eş şemsi: güneş 3. ve: ve 4. duhâ-hâ: onun duha vaktine    
Andolsun güneşe ve parıltısına,

http://www.kuranmeali.org/kuran_meali.aspx?suresi=sems&ayet=1

Füzyon tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş'ten gelen ısı ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm sırasında kaybolan maddenin yerine enerji ortaya çıkması sayesinde meydana gelmektedir. Güneş saniyede 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma çevirir. Kalan 4 milyon ton gaz maddesi de enerjiye dönüşür.           
http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/F%C3%BCzyon

Yukarıdaki kaynakta verilen bilgiler, Güneş ile helyum arasında ilişki kurulduğunu açıklamaktadır. Bu konuda asıl olan, Güneş ve helyum arasında şimdiye kadar fark edilememiş bir bağlantının bulunmasıdır. Helyum kelimesi köken olarak zaten Güneş’ ten gelmektedir.

Helyum (Yunanca: helios = güneş) periyodik cetvelin birinci periyot 8A grubunda yer alan bir gazdır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Helyum

helyum    Bah 1924 ~ YLat helium bir element < EYun (h)élios güneş ~ HAvr *saəwel- a.a
                               .  
———————
• İlk kez 1868'de bir güneş tutulması esnasında güneş tayfında tesbit edildiği için. ?
Aynı kökten Lat sō<> Sans súvar > súrya, Ave hvarə<> İng sun (güneş), İng south (güneş yanı, güney).
———————
EŞKÖKENLİLER: EYun (h)élios : helyum
Kaynak: Türkçe Etimolojik Sözlük                                            
http://www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=helyum&x=17&y=9

Görüldüğü gibi, Helyum ile Güneş anlamına gelen sure arasında bir bağlantı kurulabilmesinin yanında, helyum kelimesinin köken olarak diğer herhangi başka bir anlama (çiçek, ağaç, hayvan ya da deniz vs. gibi anlamlardan hiçbirine) gelmeyip sanki özellikle seçilmiş gibi Güneş anlamına gelmektedir. Yani simgesel ilişkinin yanında bir de anlamsal ilişki bulunmaktadır.

Yukarıdaki açıklamaların yanında üzerinde durulması gereken bir husus daha vardır. Şems (Güneş) Suresinin ilk ayetinde Güneş’e ve onun parıltısına yemin edilmektedir. Ayette geçen ‘’duha’’ kelimesi Güneş’in parıltısı veya ışığı anlamında kullanıldığı gibi, Güneş’in ilk ışımaya başladığı vakit anlamında da kullanılmaktadır. Güneş’e ve onun ışığına, parıltısına yemin edildiğini düşünürsek, Güneş’in parıltısının asıl kaynağı araştırıldığında ortaya yine ilginç sonuçlar çıkmaktadır. Güneş’in ışığının ve parıltısının asıl kaynağı helyum elementidir. Aşağıdaki kaynaklarda verilen bilgiler bu konuyu açıklamaktadır.

Helyum elementi ilk kez güneşte keşfedilmiştir. Adı, güneş anlamına gelen Helios sözünden türetilmiştir. 1868 yılında Janssen, güneş tutulması sırasında güneşin tayfını incelerken o zamana kadar bilinmeyen tayf çizgileri olduğunu anladı. Daha sonra Lockyer ve Frankland bu yeni elemente helyum adını verdiler. Helyum radyoaktif bozunmalardan alfa ışıması sırasında oluşur. Gerçekten alfa ışınlarını yapan tanecikler helyum çekirdeklerinden başka bir şey değildir.                                               
http://tr.wikipedia.org/wiki/Soygaz

Hidrojenden sonra en hafif element olan helyum renksiz ve kokusuz bir gazdır. ,İngiliz astronom Normal Lockyer 1868'de Güneş tayfını incelerken bilinen hiç bir elementin tayf çizgilerine benzemeyen ‘’parlak’’ çizgiler görmüş ve yeni bir element bulunduğu anlamıştır. İlk kez Güneş tayfında rastlandığı için bu yeni elemente "Güneş" anlamındaki Yunanca “helios” sözcüğünden türettiği “helyum” adını verdi.   
 http://www.teknolojikarastirmalar.com/e- egitim/periyodik/periodic/periodic/He.html






31
VAKIA SURESİNDE ATOMALTI PARÇACIKLAR  (KUANTUM)


Vakıa Suresi  (1-12)

1. Koptumu o Vakı'a bir                           
2. Olmaz vak'asına yalan diyen dil                        
3. İndirir bindirir                               
4. Yer bir sarsılışla sarsıldığı                        
5. Dağlar bir serpilişle serpildiği                        
6. Hepsi dağılıp berhevâ bir hebâ olduğu                   
 7. Siz de üç sınıf olduğunuz zaman                      
8. Ki sağda «Ashabı meymene»: Ne «Ashabı-meymene!»            
9. Solda «Ashabı meş'eme»: Ne «Ashabı -meş'eme!»           
10. İlerde sabikun, işte o sabikun                           
11,12. Onlar ne'iym Cennetlerinde mukarrebun
                    (Elmalılı Meali)



Vakıa Suresi ( Arapça - Latin harfli )

  8. Feashab ul-meymeneti ma ashab ul-meymeneti.
             
  9. Ve ashab ul-meş'emeti ma ashab ul-meş'emeti.
             
10. Vessabikun es-sabikune.
                         
11. Ulaik el-mukarrabune.
 
Elmalılı mealindeki 6. ayetin açıklamasında bulunan, yerin şiddetle sarsılmasından ve dağların serpilmesinden sonra, bunların hepsinin dağılıp ‘’berheva bir heba’’ olacağından söz ediliyor. Burada ayette geçen  “hebaen münbessa”,  ‘’havaya karışan ya da saçılan ince toz’’ anlamına gelmektedir. Bu tasvirler, maddenin atom altı (kuantum) parçacıklarına ayrılmasını akla getiriyor. Bir sonraki 7. ayette de ‘’ve siz de’’ denilerek insanları da dahil edecek şekilde üç sınıfa ayırmaktan söz edilmektedir. Peki, atom altı parçacıklar üç sınıf mıdır?

‘’Günümüzde üç tip atomaltı parçacık tanınıyor: İlk grup leptonlar; bu gruba muonlar ve nötrinolar giriyor. İkinci grupta hadron, proton, nötron ve pionlar var. Üçüncü grup ise bozonlar; evrende temel kuvvetlerin aktarımını sağlayan küçük mesajcı atomaltı parçacıklar bu üçüncü grubu oluşturur. Örneğin fotonlar elektromanyetik kuvveti taşırken, yerçekimi kuvvetini gravitonların taşıdığı düşünülüyor. Fizikçiler her bir parçacığın görünmez bir ayna görüntüsü de olduğuna inanıyorlar; bu ayna görüntüsüne de anti madde adını vermişlerdi.’’
http://www.neuroquantology.com/journal/index.php/nq/article/viewFile/90/89

Birçok kaynakta da atom altı parçacıklar, kuarklar, leptonlar ve bozonlar olmak üzere üç sınıfa ayrılmaktadır. Atomu oluşturan parçalar da proton, nötron ve elektron olarak üç sınıf kabul edilir.
Tabii ki,  sadece buraya kadar anlatılanlardan, Vakıa suresindeki ayetlerden atom altı parçacıklardan bahsedildiği sonucunu çıkarmak zorlama bir yorum olarak görülecektir. Peki, bunların dışında başka işaretler de var mıdır?

Şimdi,  Vakıa suresi 8. ayette söz edilen   «Ashab-ı Meymene», 9. ayette geçen «Ashab-ı Meş'eme» ve 10. ayette bahsedilen  ‘’sabikun’’ sıfatlarına dikkatlerimizi çekelim.

"Ashab ul-Meymene"; Meymene, lügatte "yemin" (sağ el) veya "yumn" (uğurlu) anlamlarının her ikisine de gelebilir. Şayet yemin kelimesinden türediğini kabul edersek, Meymene "sağ el" anlamına gelir.

"Ashab-ul Meş'eme"; Meş'eme, "şum" kelimesinden türemiştir. Uğursuzluk, talihsizlik demektir. Ayrıca lügatte sol el için "şu'ma" tabiri kullanılır. Nitekim Araplar "şimal" (sol el) ve "şu'ma" (uğursuzluk) kelimelerini aynı anlamda kullanırlar. Araplarda, sol el zayıflığın ve zilletin simgesidir.
(TEFHİMÜ-L KUR'AN'DAN Vakı’a Suresi 8. Ayet ve Tefsiri)        
 http://www.kuranmeali.com/tefsir.asp?sureno=56&ayet=9

Görüldüğü üzere, diğer başka anlamlarda da yorumlanabiliyor olsa da (ki o yorumlarıyla da gayet güzel ve yerinde anlamlar içermektedir) "Ashab ul-Meymene" ‘sağ el ashabı’’ yani ‘sağ el sahipleri’; «Ashab ul- Meş'eme» sol el ashabı, yani ‘’sol el sahipleri’’ anlamına gelmektedir. Peki, atom altı parçacıklar dünyasında sağ el ve sol el sahipleri, diğer bir deyişle sağ elli ve sol elli olanlar var mıdır? Şimdi, bilimsel kaynaklardaki şu bilgilere bakalım.

Atomu oluşturan parçacıkların kendi eksenleri etrafında olağanüstü bir hızla dönüşlerine "spin" adı verilir. Evrendeki pek çok sistemde spin hareketi önemli bir rol oynar.
http://www.evreninyaratilisi.com/html/parcaciklarin_hareketi.html

Spin, kütle ve yük gibi parçacıkların iç, özgün özelliğidir. Kuantum kuramının zorunlu bir sonucudur. …Farklı spinli parçacıklar farklı davranırlar. Spinler│〉, sağ elli ya da yukarı ve │〉, sol elli ya da aşağı doğrultuda spin ifade edilebilir. Yönlerin yukarı ya da aşağı olmasının bir önemi yoktur.                                  
http://www.neuroquantology.com/journal/index.php/nq/article/viewFile/90/89

Tüm nötrinolar “sol-elli” ve tüm karşıt nötrinolar “sağ-elli”dir.          
http://www.fizikevreni.com/cekirdek2.pdf

Elektromanyetik kuvvetler için taneciklerin kutuplanmaları, yani sol-elli mi veya sağ-elli mi oldukları fark etmez. Oysa zayıf etkileşmelerde sol-elli tanecikler tercih edilmektedir. Nötrinolar sadece zayıf etkileşmelere girerler ve daima sol-ellidirler. Doğada sağ-elli nötrino yoktur.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/biliminsanlari/nobelalanlar/S-387-54.pdf

Yukarıdaki alıntılarda değişik vesilelerle sağ elli ve sol elli atom altı parçacıklardan bahsediliyor. Bu da demek oluyor ki, atom altı parçacıklar yani kuantum dünyasında da aynen Vakıa suresinin ayetlerindeki anlatımlar gibi "Ashab'ul-Meymene" ‘sağ el ashabı’’ yani ‘sağ el sahipleri’ ve  «Ashab ul- Meş'eme» sol el ashabı yani ‘’sol el sahipleri’’ vardır.

Vakıa Suresi  10. ayette ise önde, ileride olan, önde giden anlamında ‘’sabikun’’dan bahsedilmektedir. O halde kuantum dünyasında da önde olan,  önde giden parçacıklar var mıdır?

Standart Model'e göre evrende, temel parçacık olarak sadece; 6 çeşit kuark, 6 çeşit lepton, bunların 'karşıt' parçacıkları ile foton, 8 çeşit gluon ve 3 çeşit 'vektör bozon'dan oluşan 'kuvvet taşıyıcı' parçacıklar var.
Kuarklarla leptonlar, kuvvet taşıyıcı parçacıklar aracılığıyla etkileşime girerek, evrendeki görünür maddenin tümüne vücut veriyor.
http://www.kuark.org/bilim/index.php?option=com_content&task=view&id=37&Itemid=44
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/madde/standart.html

Kuvvet taşıyıcı parçacıklara bozon adı verilir. Her kuvvetin kendi bozonu bulunur.   
http://elitbilgi.com/showthread.php?p=771

Üç atom altı parçacık sınıfından biri olan ‘’bozonlar’’, kuvvet taşıyıcı parçacıkları oluşturmaktadır. Evren’deki tüm maddeler bu bozonların ‘’önde giderek’’ ve her zaman ‘’ileride bulunup’’ birbirlerine kuvvetlerini taşımaları sayesinde, birbirlerine uzak olsalar bile etkileşime girebilmektedirler. Zaten mantık olarak da kuvvet taşıyıcı olabilmeleri için mutlaka önde gitmeleri her zaman ileride olmaları gerekir ve bu özellikleriyle Vakıa suresinin 10. ayetindeki ‘’sabikun’’un karşılığını oluşturmaktadırlar.

Bununla birlikte, yanında ‘’sabikun’’ yani önde olanlar için 11. ayette ‘’Ulaik el-mukarrabun’’ sıfatı kullanılmaktadır. Mukarreb; ‘’yakınlık, yakınlaş-tırılmış’’ anlamlarına gelmektedir.  ‘Sabikun’un karşılığı olduğu sonucunu çıkardığımız, “bozonlar” için de mukarreb yani yakın olma ve yakınlaştırılmış olma özelliğinden söz edebilir miyiz? Şimdi bu konuyla ilgili fikir sahibi olabilmek için aşağıdaki bilgilere dikkat edelim.

Böylece iki atomu bir araya getirip bir molekül oluşturmak isteyince, yine pauli dışlama ilkesinden kaynaklanan bir karşılıklı itme etkisi yüzünden, iki atomu tam birbirinin içine sokmak mümkün olmamakta, bunun sonucu olarak da moleküller meydana gelmektedir. Her ne kadar elektronlar arası itici elektrostatik (diğer ismi elektromıknatıssal ) kuvvet burada bir rol oynasa da, kısa mesafelerde esas belirleyici olan itici etki “pauli dışlama” ilkesidir.

Bozonlar ise bundan farklı olarak, iki bozon (ki bunlarda Bose-Einstein istatistiğine uyarlar) uzayda aynı konuma, spine, momentuma… vb özelliklere sahip olabilirler. Bu da bozonların sayısının sonsuz olarak çok büyük kuvvetleri doğurabilecekleri anlamına gelir.
http://www.sufizmveinsan.com/fizik/alanlar3.html

Fiziksel değişkenlerin olası değer kümelerinden oluşan bu seçenekleri veya 'kuantum durumları'nı, bir otelin farklı katlarındaki odalara benzetecek olursak; spini ћ'ın tamsayı katlarıyla orantılı (0, ћ, 2ћ,...) olan benzer parçacıklar; birbirlerine daha 'yakın' olabiliyor ve aynı odayı paylaşabiliyorlar. Yani, aynı kuantum durumunda oturmaya hiçbir itirazları yok. Bunlara 'bozon' deniyor. Hâlbuki spini ћ'ın kesirli katlarıyla orantılı  (ћ/2, 3ћ/2,...) olan parçacıklar, aynı odayı asla paylaşmıyor ve farklı kuantum durumlarında bulunmayı tercih ediyorlar. Bunlara da Fermion sınıfı parçacıklar deniyor ve aralarındaki geçimsizlik ilişkisi, bulucusunun adıyla, "Pauli'nin dışlama ilkesi" olarak anılıyor.
http://www.onlinefizik.com/content/view/258/117/

Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı üzere atom altı parçacıklar normal olarak ‘’pauli dışlama etkisi’’ denilen fiziksel durum sebebiyle uzayda aynı konumda bulunamazlar. Bizim de günlük yaşamımızda gözlemlediğimiz olay iki faklı maddenin aynı anda aynı yerde bulunamayacağıdır. Ancak bozonlar, “’pauli dışlama etkisine’’ uymazlar ve birbirlerine iç içe geçecek şekilde yakın olabilirler. İki farklı kaynaktan gelen ışığın uzayda aynı konumda bulunabilmeleri gibidir. Işık fotonlar aracılığıyla taşınır ve fotonlar da ışığı taşıyan bozonlardır. İşte bahsedilen bu özellikleri sebebiyle de bozonlar Vakıa suresinde söz edilen ‘’mukarrebun’’ yani yakınlaştırılmış olanlar sıfatının karşılığını oluşturmaktadırlar. Bunun yanında, bozonlar, kuvvet taşıyan tanecikler oldukları ve yukarıda da belirtildiği şekilde maddelerin etkileşebilmeleri için önde ve ileride bulunması gereken parçacıklar olmaları sebebiyle de bir maddenin veya cismin diğer bir maddeye veya cisme ‘’yakınlaşan’’ parçalarıdır.

Vakıa suresinde ‘’sabikun’’ ve  ‘’mukarrebun’’dan bahsedilirken –ki bunlar ‘’bozonlar’’ın karşılığı olabilecektir- 13. ayette ‘’Çoğunluğu evvelkilerdendir. (sülletün minel’evveliyn;), 14. ayette ise, ‘’Azı sonrakilerdendir. (ve kaliylün minel’ahıriyn;)

Yani bozonların çoğunluğunun ‘’ilk’’lerden oluştuğu gibi bir çıkarım yapabiliriz. Bu bilgilerin paralelinde, Evren’deki maddenin; daha doğrusu Evren’i oluşturan maddenin kütlesinin büyük çoğunluğunun ‘’protonlar’’dan oluştuğu sonucuna varabiliriz. Evren’deki maddenin başlangıcını oluşturan Big Bang teorisinden bahsedilen kaynakta aşağıdaki bilgiler verilmiştir.
 …                                 
Şu ana kadar 3 dakika 46 saniye geçmiştir. Çekirdek birleşiminin başlamasından hemen önce, nötron bozunumu, nötron-proton dengesini yüzde 13 nötron ve yüzde 87 proton durumuna kaydırmıştı.
http://www.egze.com/forum/bueyuek-patlama-kuraminda-enerji-madde-iliskisi-ilk-dakikalar-vt5733.html

Bu protonlarla ‘’evveliyn’’ yani ‘’ilkler’’ arasında bir bağlantı var mıdır? Bunu anlamak için ‘’proton ‘’ kelimesinin anlamı üzerinde durmak gerekir. ‘’Proton Yunanca "ilk" anlamındadır.’’ 
http://www.genbilim.com/content/view/2663/36/

‘’Proton Yunanca protos "ilk" kelimesinin nötr biçimidir.’’   
http://www.birey.com/avnia/solomon/all/hintsph.htm

Bir de Vakıa suresindeki şu ayetlere dikkat edelim:

15. Alâ sürurin mevdûnetin;
Mevdune (işlenip süslenmiş, bitişik, sıra sıra dizilmiş) tahtlar üzerindedirler.

16. Müttekiiyne aleyha mütekabiliyn;
Onlar (tahtlar) üzerinde karşılıklı yüz yüze durur halde yaslananlar olarak.

17. Yetufu aleyhim vildanün muhalledûn;
Üstlerinde (çevrelerinde) ebedi kılınmış (ölümsüz) vildan (veliyd’ler, genç-zinde hizmetçiler, kuvveler) tavaf eder/dolaşır.
http://www.sufizm.gen.tr/kuran-i-kerim-meali/56-vakia-suresi/

Yukarıdaki ayetlerde modern fizikteki atom modeline benzer bir yapı tarif edilmektedir. Atomun çekirdeğinde protonlar ve nötronlar bitişik, sıra sıra dizilmiş (mevdune) ve karşılıklı (mütekabiliyn) şekilde ve birbirine yaslanmış bir durumda bulunurlar. Bunların etrafında ise ayette ‘’vildan’’ olarak bahsedilen varlıklar tavaf eder şekilde dolaşarak ‘’elektronları çağrıştıran’’ bir durum arz etmektedirler. ‘’vildan’’ olarak bahsedilen varlıkların ‘’kuvve’’ yani kuvvet olarak da açıklanabilmesi elektronlara benzetme yönünden dikkate değerdir. Bunun yanında, ‘’ebedi kılınmış (ölümsüz) ‘’olarak nitelendirilmeleri, proton ve nötronlardan oluşan atom çekirdeğinin parçalanabilmesi ve atom enerjisine dönüşerek yok olmaları yanında elektronların kalıcılığına bir işaret olarak da kabul edilebilir.

Diğer bir ilginç konu; yine Vakıa suresindeki ayetlerde…

38. Liashabilyemiyn;                       
(Bunlar) ashab-ı yemin (saidler) içindir.

39. Sülletün minel’evveliyn;                    
(Ashab- Yemin) bir cemaat evvelkilerdendir.

40. Ve sülletün minel’ahıriyn;                   
Bir cemaat ta sonrakilerdendir.

41. Ve ashabüşşimâli mâ ashabüşşimâl;                
Ashab-ı Şimal (sol tarafın ashabı; şakıyler, uğursuzlar; hakikatından perdeliler), ne ashab-ı şimaldır?

42. Fiy semumin ve hamiym;                      
Semum (zehirleyici bir radyasyon) ve hamiym (kaynamış bir su; taassubi bilgi ve şartlanmalar) içinde,

38. ayette geçen “Ashab-ı yemin”, sağ el ashabı anlamına gelir. Yani atom altı parçacıklardan sağ elli olarak değerlendirilen grubu kastediliyor. 39. ayette bunlardan bir kısmının evvelkilerden yani ilklerden diğer bir deyişle, protonlardan (proton kelimesi Yunancada ‘’ilk’’ anlamına geliyordu) oluştuğu; diğer bölümünün ise diğer parçacıklardan da oluşabileceğine  (40. ayette) işaret edildiği şeklinde yorumlanabilir.

Bu konuyla ilgili daha dikkat çekici olan bir duruma da 41. ve 42. ayetlerde işaret edilmektedir. 41. ayette ‘’ashab-ı şimal’’ yani sol el ashabından söz ediliyor. 42. ayette ise onların ‘’semum’’ yani zehirleyici bir radyasyon içinde bulunduğu vurgulanıyor.

‘’Arapçada “semum” kelimesi iki manaya gelir. Birincisi: “ Gözeneklere (mesamat) işleyen ışın “ ...  İkincisi: “ zehirleyici ateş, yani “radyasyon!’’
http://www.sufizmveinsan.com/aksam/ozde.html

Sol elli olarak tabir edilen parçacıklarla radyoaktif ışınları ve radyasyonu bağdaştırabilir miyiz? Bu soruya aşağıdaki bilgiler açıklayıcı niteliktedir.

Elektromanyetik kuvvetler için taneciklerin kutuplanmaları, yani sol-elli mi veya sağ-elli mi oldukları fark etmez. Oysa zayıf etkileşmelerde sol-elli tanecikler tercih edilmektedir. Nötrinolar sadece zayıf etkileşmelere girerler ve daima sol-ellidirler. Doğada sağ-elli nötrino yoktur.   
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bilgipaket/biliminsanlari/nobelalanlar/S-387-54.pdf

Zayıf nükleer kuvvet, bazı atom altı parçacıklar tarafından taşınan ve bir tür radyoaktif parçalanmaya sebep olan bir kuvvettir.   
http://www.ilmiarastirma.net/?Pg=Detail&Number=3640

(Nötrinolar) Elektrik yükü olmayan ve kütlesi sıfıra yakın olan ve ışık hızından küçük fakat ona yakın hızlarda giden atom altı büyüklükte bir temel parçacıktır.

Sadece yıldızlarda (güneş), radyoaktif parçalanmada ve nükleer tepkimelerde ortaya çıkarlar. Elektron nötrinolar, müon nötrinolar ve tau nötrinolar diye sınıflandırılırlar.    
http://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%B6trino

Fark edeceğiniz üzere, yukarıdaki alıntılarda sol elli olarak nitelendirilen parçacıklar, zayıf nükleer kuvvet etkileşimlerinde rol almaktadırlar. Özellikle de nötrinoların tamamı sol ellidir ve sadece ‘’zayıf etkileşime’’ giriyorlar. Bu etkileşim radyoaktif parçalanmaya sebep olmaktadır. Sadece yıldızlarda (güneş), radyoaktif parçalanmada ve nükleer tepkimelerde ortaya çıkarlar. “Vakıa suresinde ‘’semum’’ olarak geçen ve radyoaktif ışınlar ve radyasyon şeklinde açıklanabilen bir kavramın, sol el ashabı olarak nitelendirilen insan grubu ise bu anlamının yanında ikincil bir anlam olarak sol elli atom altı parçacıklar –ki bu parçacıklar radyoaktif parçalanmalarda ve nükleer tepkimelerde ortaya çıkıyorlardı- birbiriyle bağlantılı olarak gerçekten dikkate değer bir durumdur. Ayrıca ‘’semum‘’un geçtiği ayetten hemen sonra gelen, Vakıa:43’te, ‘’Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar’’ ayetindeki siyah duman, atom bombası gibi nükleer patlamalarda ortaya çıkan mantar ya da şemsiyeye benzeyen siyah duman bulutunu çağrıştırması yönünden de ilgi çekicidir.



HUR-İ  IYN KAVRAMI VE YÖRÜNGELERDE DÖNEN ELEKTRONLAR

Modern bilimdeki atom modelinin temsil edilmiş olabileceğini belirttiğimiz ve elektronların da ‘’vildan’’ kavramıyla özdeşleştirilmiş olma olasılığına değindiğimiz Vakıa 15. 16. ve 17. ayetlerden sonra, daha özel bir şekilde “hur-i ıyn” kavramıyla elektronlara ve yörüngelerine işaret olarak değerlendirilebilecek işaretler vardır. Daha önce ‘’mukarrebun’’dan bahsederken, çoğunluğunu protonların oluşturduğunu ve atom çekirdeğini oluştururken çekim gücü ile birbirine yakınlaşan bu mukarrebunlar için bahşedilen şeyler ise “hur-i iyn” olabileceği yönündedir.

22. ayette: Huri ıyn, 23. ayette: Saklı inci timsalleri gibi kavramları genelde ‘’cennetteki huriler’’ olarak açıklanmaktadır. Hur-i ıyn, hur ve ıyn kelimelerinden oluşmaktadır. Şimdi, bu kelimelerin hangi anlamları içerdiği üzerinde durmalıyız. Öncelikle “hur” kelimesinin anlamlarını inceleyelim.

HUR: Ağarmak-Temizlenmek-Beyazlanmak-Ceylan Gözlü-Kar Gibi Pak-Kristal Gibi Saydam-Ayıpsız-Seçkin-Halis-Kehriba Ağacı-…El Mevarid-Arapça Sözlük/Mevlüt Sarı.
Mehmet DOĞRAMACI
 http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/kurantetkikleri6.html

Hur kelimesinin anlamlarıyla ilgili olarak ‘’Kehriba Ağacı’’ anlamı üzerinde durmakta yarar var.

Kehribar Nedir? - Nasıl Oluşur? 

Kehribar, milyonlarca yıl önce yaşamış, çok geniş alanlar kaplayan, yüksek ağaçlı, tropik ve yarı tropik ormanlardaki ağaçların salgıladığı reçinenin fosilleşmiş halidir.                                       
http://www.kehribar-amber.com/

Süs eşyası yapımında kullanılan, açık sarıdan kızıla kadar türlü renklerde, yarı saydam, kolay kırılır ve bir yere hızlıca sürtüldüğünde hafif cisimleri kendine çeken, fosilleşmiş reçine, samankapan
http://tr.wiktionary.org/wiki/kehribar

Hur kelimesi ile ilgili açıklamada ‘’kehriba ağacı’’ olarak verilmişti. Kehribar aslen Farsça olup Arapçası ‘’kehriba’’ şeklindedir. Yukarıda açıklanan ‘’kristal gibi saydam’’ anlamı da kehribarın saydamlık özelliğinden kaynaklanmaktadır. Diğer anlamları olan, temizlenmek, pak olmak, halis gibi anlamları da bu özelliğinden esinlenerek verilen anlamlar olabileceği izlenimi vermektedir.

Şimdi, asıl dikkat çekici olan konuyu yani “hur” kelimesi ile “elektron” kavramı arasındaki ilişkiyi açıklayabiliriz.

Kehribar Yunancada elektron demektir. 'kehrüba' Farsçası olup; 'samankapan' demektir. Türkçede ise tahrif olup 'kehribar'a dönüşmüştür. Kehribar, ilkokul deneylerindeki gibi statik elektrik yüklenince bazı nesneleri kendine çeker. Arapçada 'kehriba'dır. Kimilerinin yanlışlıkla taş ya da kaya diye nitelediği kehribarın aslı fosilleşmiş çam reçinesidir.
http://www.antisourtimes.com/kehribar.html
http://www.uted.org/dergi/2004/temmuz/temmuz_8.htm

Görüldüğü üzere hur kelimesi kehribar anlamına gelmekte ve bugün tüm dillerde ve bilim literatüründe ELEKTRON olarak bilinen eski Yunancadan gelen kelimenin karşılığını oluşturmaktadır.
Hur kelimesi ile ilgili açıklamalardan sonra, Vakıa suresi 22. ayette HUR kelimesi ile beraber geçen “IYN”  kelimesi üzerinde duralım.

IYN: Göz-Kuyu-Öz-Kaynak-Ayna.
El Mevarid-Arapça Sözlük/Mevlüt Sarı.
Mehmet DOĞRAMACI               
http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/kurantetkikleri6.html

Burada, ayetteki IYN kelimesi ile ‘’elektronların atom çekirdeği etrafında dönerken izlediği yol ya da yörünge‘’ olarak basitçe açıklanabilecek olan ORBİTAL kavramı arasındaki ilişkidir. ORBİTAL kelimesinin kökü “orbit”tir.                                              

orbit (isim): göz çukuru, göz, yörünge...    
http://sozluk.turkcebilgi.com/orbit
orbit:    i. göz çukuru, göz, yörünge, faaliyet sahası, etki alanı   
http://www.babylon.com/definition/Orbit/Turkish

Vakıa suresi 22. ayette geçen ıyn kelimesinin temel anlamı da orbital kelimesinin kökü olan orbit kelimesinin temel anlamı gibi göz ve göz çukurudur. Yukarıda ‘’ıyn’’ kelimesinin anlamıyla ilgili olarak yapılan tanımlamada da göz ve kuyu olarak açıklanması göz çukurunu çağrıştırması bakımından çok dikkat çekicidir. Bu bilgiler ışığında HUR-İ IYN kavramını  ‘’orbitaldeki yani yörüngedeki elektronlar’’ olarak da anlamlandırabiliriz.

Bu açıklamaların yanında HUR kelimesinin anlamıyla ilgili olarak başka bir kaynaktaki anlamlar üzerinde de durmak gerekir.

Hur : Noksan, eksik.                                   
 Nakıs:1. Noksan, eksik. Tamam olmayan.   2. Mat: Eksi. Negatif.
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=nâkıs&t=@

Yukarıdaki tanımlamalardan özellikle eksi, negatif anlamları, daha önce Hur kelimesi ile ilişkilendirdiğimiz elektronların fizik ve kimya bilimlerinde eksi (negatif) yük taşımasına bir işaret olarak da değerlendirilebilir. Hur kelimesinin anlamıyla ilgili diğer bir bilgi de şöyledir:

“HUR” kelimesi “HAWERE, yani HARE” kökünden gelir.”Hare” dönmek manasına gelir. Muhavare, karşılıklı söz teatisinde bulunmaya denir. Ayni kökten gelen “Mihver” de dönüş ekseni manasında kullanılır.
Hurilerle ilgili ayetlerde geçen kelimelerin, Ragip İsfehaninin Müfredatındaki açıklamaları:   
 ر و ح :  Mihver=Eksen, bizzat veya fikren gidip gelme, tereddüt. Döngü, bir şeyin etrafında devamlı dönmek.’’

“HUR”= Mihver, etrafında dönülen, döngü merkezi                     
http://www.darulkitap.com/forum/index.php?topic=2114.10

Bu açıklamalar da, HUR kelimesinin içerdiği anlamların her birinin başka bir yönden elektronlara işaret etmektedir. Zira bugün, elektronların atom çekirdeği etrafında dönmeleri basit bir bilgi haline gelmiştir.
Dikkat çeken bir husus da Vakıa suresinde ‘’yığın halinde’’ meyvelerden bahsedilmesi ve ‘’molekül’’ kelimesinin “yığın’’ kelimesinin Latincedeki karşılığı olmasıdır.

 
28. Dal bastı kirazlar                                  
29. Sıvama muzlar içinde
(Elmalılı Meali –Orijinal)

29. ayetin Latin harfli yazılışı “ Ve talhin mendud”
Mendud: Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli.
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=mendud&t=@

İstif:  Muntazam yığın. Sıralanmış eşya. Yığma,
molekül : ~ Fr molecule belli sayıda atomdan oluşan yığın
~ Lat moleculus [küç.] küçük yığın, molozcuk < Lat moles yığın moloz    
http://www.nisanyansozluk.com/search.asp?w=molek%FCl&x=13&y=8

Görüldüğü üzere molekül kelimesi Latince kökenli bir kelimedir ve ‘’küçük yığın’’ anlamına gelmektedir. Kimya biliminde kullanılan ‘’mol’’ terimi de ‘’yığın’’ anlamına gelmektedir. Vakıa 29. ayette meyveleri tasvir etmek için kullanılan ‘’mendud’’ kelimesi de ‘’yığın’’ anlamında kullanılmaktadır.

Vakıa 28. ayetteki ‘’Fiy sidrin mahdud‘’ cümlesinde geçen ‘’mahdud’’ kelimesinin diğer bir anlamı ‘’sınırlı sayıda’’ demektir. Dünyadaki atom ve element çeşitlerinin de ‘’sınırlı sayıda olması’’ bu konuya bir işaret olarak değerlendirilebilir.

Vakıa suresinde dikkati çeken diğer bir konu ise bu ayetlerde geçen ‘’yakınlaştırılmış olanlar’’ (mukarrebun), ‘‘ önde olanlar’’ (sabikun) ya da sağ ve sol el ashabı (ashab-ul yemin, ashab-ul meşeme) gibi kavramlar kullanılırken, bu özelliklerin kime ait olduğunu belirtmek için ‘’inanan insanlar’’ ya da ‘’önde olan kişiler’’ özelliklerin insanlara ait olduğunun hiç belirtilmemiş olmasıdır. Kavramlar kullanılırken öyle bir anlatım seçilmiştir ki, hem insanlar hem de atom altı parçacıklar gibi cansız varlıkları belirtebilen bir üslup seçilmiştir.

Buraya kadarki anlatımları ikna edici bulmayıp; hâlâ ‘’atom altı parçacıklar,  yani ‘’KUANTUM’’, bu ayetlerin neresinde yazıyor’’ diyenler varsa, aynı surenin 7. ayetine bakabilirler…
 Vakıa 7. ayet “ve KUNTUM ezvacen selaseten.’’
(ve siz de üç sınıfa ayrıldığınızda)

…ve tam olarak o ayette ve tam olarak üç sınıf olan  ‘’kuantum’’dan bahsedilen yerde, “kuantum” ile “kuntum” kelimelerinin birbiriyle sesteş olarak benzeşmesi ilginç bir tevafuku barındırmaktadır…

13. Kendilerine apaçık delil gelince bu apaçık bir sihirdir dediler
14. Vicdanları onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkâr ettiler…
                                                                                                                   27(Neml)/13, 14





32

EVRENDEKİ 4 TEMEL KUVVET VE KIYAMETTE ARŞ’I TAŞIYAN 8

Evren, dört temel kuvvet sayesinde işliyor. Bunlar kütle çekimi, elektromanyetizma, zayıf çekirdek kuvveti ve güçlü çekirdek kuvveti olarak adlandırılıyor. Bu kuvvetler evrendeki her şeyin birbirleriyle etkileşim durumunda olmasını sağlıyor ve her birinin işlevi, etki uzaklığı ve etki şiddeti birbirinden farklıdır.
 
Kütle çekim, gökadalar, yıldız kümeleri, Güneş Sistemi gibi gökcisimlerinden oluşan sistemleri bir arada tutar ve hareketlerini belirler...

Elektromanyetik kuvvet, elektronları çekirdeğe bağlayan, atomları ve molekülleri bir arada tutan kuvvettir…

Güçlü çekirdek kuvveti, atom çekirdeklerini oluşturan parçacıkları yani protonları ve nötronları birbirine bağlar...

Zayıf çekirdek kuvveti proton ve nötronları oluşturan kuark ve lepton adlı parçacıkların birbiriyle etkileşmesini sağlar.’’

TÜBİTAK Bilim ve Teknik Dergisi – Haziran 2008   
 http://evrenbilimi.blogcu.com/evren-evrendeki-temel-kuvvetler_18423571.html

Gökleri ve yeri yaratan, melekleri ikişer, üçer, dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a hamdolsun. O, yaratmada dilediği arttırmayı yapar. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.
35(Fatır)/1

‘’Bazıları da "melek kelimesi, başında mim asıl harflerinden olmak üzere mülk ve melekût maddelerinden "kuvvet" manasınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk" veya kural dışı olarak "melaik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda birleşebilirse de "melek"te bu kuvvet manası; "melâike"de önceki elçilik manası daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş kapsamlıdır." denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her melâike melektir, kuvvettir.’’ (Elmalılı tefsiri)   
 http://www.kuranikerim.com/telmalili/hakka.htm

Melek, ‘’kuvvet’’ demek olan 'Melk'den veya elçilik manasına gelen 'Mel'ek'den alınmıştır. Birincisi itibariyle çok kuvvetli, belki ayn-ı kuvvet manasına; ikincisi itibariyle de emr-i İlahinin ahize ve nâkilesi (alıcı-verici) olarak elçilik manasına gelir.   
http://tr.fgulen.com/content/view/1326/150/

Başındaki “م mim/m” kelimenin aslındandır, ek değildir. Kuvvet/yönetim gücü anlamındaki “M-L-K” kökünden türemiştir. Mülk, malik ve melik sözcükleri bu kökten türemedirler.   
http://www.kurannesli.info/bilgibankasi/yazi.asp?id=1213                 

Fatır Suresi 1. ayette geçen ‘’melek’’ kelimesinin ‘’kuvvet’’ anlamına da geldiğine dair açıklamalar vardır. Ayette ise bu meleklerin diğer bir anlayışa göre de kuvvetlerin, ikişer, üçer ve dörder cenahlı yaratıldığından bahsediliyor. Ayette geçen ‘’ecniha’’, cenah kelimesinin çoğuludur. Cenah temel anlam olarak kanat manasına gelir fakat aynı zamanda ‘’taraf’’, ‘’yön’’ anlamlarına da gelebilmektedir. Sonuç olarak bu açıklamalardan ayetten, meleklerdeki kuvvetin ikişer, üçer ve dörder yönlü olarak yaratıldığı anlamını da çıkarabiliriz. (Kütle çekimi, elektromanyetik kuvvet, zayıf çekirdek kuvveti ve güçlü çekirdek kuvveti)                                           


16. Gök de yarılır ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar.        
17. Melekler onun (göğün) etrafındadır. O gün Rabbinin arşını, bunların da üstünde sekiz (melek) yüklenir.
                                                69(Hakka)/16, 17

Abd b. Humeyd'in Seleme'den rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu bize ulaştı: Onlar, yani Arş'ı taşıyanlar bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer bir dört ile destekleyecek, sekiz olacaklar."
(ELMALILI TEFSİRİ)
http://www.kuranikerim.com/telmalili/hakka.htm

Arş, mülk manasına alındığı takdirde onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş'tan maksat taht olduğu takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar yahut taht sırtlarına yüklenenlerdir. Arş'ı taşıyanlar sayı ile ifade edilir.
http://www.kuranikerim.com/telmalili/hakka.htm

Üçüncü grup ise bozonlar; evrende temel kuvvetlerin aktarımını sağlayan küçük mesajcı atomaltı parçacıklar bu üçüncü grubu oluşturur. Örneğin fotonlar elektromanyetik kuvveti taşırken, yerçekimi kuvvetini gravitonların taşıdığı düşünülüyor. Fizikçiler her bir parçacığın görünmez bir ayna görüntüsü de olduğuna inanıyorlar; bu ayna görüntüsüne de antimadde adını vermişlerdi.
http://www.fizikevreni.com/cekirdek2.pdf

Anti madde: Parçacıklar hakkında ilginç olan her birine karşı gelen bir anti parçacık olmasıdır. Anti parçacıklar gerçek parçacıklardır. Parçacık ve onun anti parçacığı arasındaki temel fark sadece yüklerinin ters işaretli olmasıdır. Anti parçacığı aynadaki görüntü gibi düşünelim. Aynaya bakıldığında sağdaki ve soldaki görüntüler sadece aynadaki terslenmelerdir. Benzer olarak parçacık dünyasında da yük aynaya bakıldığında terslenendir. Anti parçacığın kütlesi, spini ve diğer birçok özelliği de parçacık ile aynıdır. Genelde bir anti parçacığın adı parçacığın önüne anti kelimesi gelmesi ile yazılır. Örneğin protonun anti parçacığı anti protondur. Bu kurala uymayan elektronun anti parçacığı olan pozitrondur. Anti parçacık hakkında ilginç olan evrendeki her bir maddenin anti parçacığı olmasıdır. Bu her nedense bir gizemdir.”
http://w3.gazi.edu.tr/~mkaradag/tezler/ertugruldemir.pdf

Kuvvetler, kuvvetlerin aktarımını sağlayan atom altı parçacıklardan kaynaklandığına göre bu parçacıkların sayısı, evrendeki temel kuvvetlerin de sayısını belirlemektedir. Eğer bunlar Allah’ın takdiri ile kıyamette anti parçacıkları ile birleşirse ayet ve hadisteki olay gerçekleşmiş olacaktır.

Hakka suresindeki ayetler Evren’deki dört temel kuvvetin sayısı kıyamet ile birlikte sekize çıkacağını belirlemektedir. Bu kuvvetleri taşıyan atom altı parçacıklardan olan bozonların her birinin bir ayna görüntüsü olarak değerlendirilen anti maddelerin olacağından bahsediliyor. Böylece bu anti maddelerle birlikte sayısı dört olan kuvvet taşıyıcı taneciklerin sayısı da kıyametle birlikte, tüm kuvvetlerin Evren’in etrafında toplanmaları sebebiyle,  sekize çıkacaktır.
 
Bu bölümde, ayetlerde geçen melek kelimesinin yorumundan, Yüce Allah’ın görevlendirdiği meleklerinin inkâr edildiği anlamı çıkarıl-mamalıdır. Ayette bahsedilen meleklerin ancak evrende fiziksel olarak tanımlanan dört temel kuvvet olabileceği ve yaratılmış diğer melekleri içermeyeceği gibi bir iddia kast olunmamaktadır. Ancak Zumer Suresi 23. ayet anlamında, ayetin içerebileceği ikili anlamlara bir örnek olarak düşünülebilir.




KIYAMETTE ARŞI TAŞIYACAK OLAN “SEKİZ” VE EVREN’İN GEOMETRİSİNİ AÇIKLAYAN MODELLER

Hakka Suresi - Elmalılı Meali (Orjinal)

15. İşte o gün o vâkıa vukua gelmiştir
16. Ve Semâ yarılmış o da o gün sarkmıştır,
17. öyle ki melekler, kenarları üzerindedir ve üstlerinde o gün rabbının Arşını sekiz hâmil olur.
 
Yukarıdaki Hakka Suresi ayetlerinde kıyametin getireceği olaylardan göğün yarılması ve meleklerin  diğer bir deyişle de kuvvetlerin, göğün yani evrenin kenarları üzerinde olacağı anlatılmaktadır.

Evrenin şekli ve geometrisi üzerindeki modern görüşler ile bu ayetlerde bahsi geçen  “göğün kenarları” ve “sekiz” kelimeleri arasında oldukça ilginç bağıntılar dikkati çekmektedir.

Evrenin geometrisi üzerine en bilinen görüşlerden olan hiperbolik evren modeline göre evren,karşılıklı kenarları birbiriyle bağlantılı “sekizgen”şeklindedir.

Aşğıdaki alıntıda verilen şekillerde bu özel geometri açıklanmaktadır. Türkiye’nin en bilinen resmi bilim kuruluşu  Tübitak’ın bilimsel yayınlarından olan Bilim Ve Teknik Dergisi’nde bu görüşler yayınlandığı gibi, en bilinen uluslararası bilimsel yayınlar da bu konular işlenmiştir.

Ayetlerde göğün yani evrenin kenarlarından bahsedilmesinin ardından, arşın “sekiz” tarafından taşınacağının belirtilmesi gerçekt en çok ilginçtir.Evrenin geometrisi hakkındaki bilimsel görüşlerde “sekizgen” olarak belirtilen geometrik kavram zaten “sekiz kenarlı” anlamına gelmektedir.Melekler ,diğer bir deyişle de evrenin işlemesini sağlayan temel kuvvetler ,evrenin  bu sekiz kenarı üzerinde toplanmış ve bundan dolayı Yüce Allah’ın evren üzerindeki hükümranlık gücünün ,yani arşının, bu sekiz kenar tarafından yüklenileceği kastedilmiş olabilir.

Evrenin geometrisi üzerine geliştirilen modellerden hiperbolik evren modelinde üçgen,dörtgen veya altıgen vs. değil de tam olarak sekizken bir yapıda olması gerekliliğinin ortaya çıkması ,ayetlerin mucizevi yönünü güçlendirmektedir.

Bunların yanında, matematiksel kavramlardan olan “topoloji” kavramını ve yukarıda bahsi geçen sekizgen  yapılı hiperbolik evren modelinin topolojik yapısını araştırdığımızda yine çok ilginç sonuçlara ulaşılmaktadır.Bu konunun anlaşılabilmesi için “topoloji” kavramı hakkındaki aşağıda verilen bilgilere dikkat etmek gerekir.

“Homeomorfizma veya topolojik eşyapı (topolojik izomorfizm), matematiksel alanda topolojinin incelediği temel konulardan biridir ve iki uzayın (mesela iki şeklin) parça koparmadan sürekli olarak birbirine dönüşümünü inceler.

Kabaca, topolojik cisim geometrik bir nesne ise, homeomorfizma nesnenin yeni şeklini sürekli esneyerek kaplar. Bu suretle bir kare ve çember birbirlerinin homeomorfudurlar, fakat bir küre ve delinmiş küre değildirler.

Aralarında homeomorfizma olan iki cisim homeomorfik olarak adlandırılır. Topolojik açıdan bunlar aynıdır. Mesela bir üçgeni bir çembere, bir çay bardağını, çay tabağına ya da kulplu bardağı simide homeomorfik kılabiliriz. Bu örneklerde, bu nesnelerin içinde bulundukları uzaylar, nesnelerin hangi topolojiye sahip olduğunu belirlemektedir.

İki şekil üzerinde homeomorfizmayı şu şekilde açıklayabiliriz: A şeklinden B şekline yırtmadan, parça koparmadan geçebilmek için A'dan B'ye sürekli fonksiyona ihtiyaç vardır. Ve aynı şekilde B'den A'ya geçmemiz gerekmektedir. Bunun için de fonksiyonumuz tersinir olmalı ve tersi de sürekli olmalıdır.”
http://tr.wikipedia.org/wiki/Topolojik_E%C5%9Fyap%C4%B1



 




 
 



Yukarıda verilen bilgiler ile bu konuları açıklayan şekillerde sekizgen yapının yanı sıra, topolojik olarak bunun karşılığı olan şeklin çok ilginç olan bir özelliği de göze çarpmaktadır. Hiperbolik evrenin sekizgen yapısının topolojik karşılığı olarak gösterilen şekil,”iki delikli çörek” şeklinde açıklanmaktadır. Ancak görsel olarak bu şekil, tam da modern uluslararası kabul gören rakamlardan “8” şeklini oluşturmaktadır. Bu özelliğiyle de ayetlerde geçen “sekiz”in diğer bir yönden mucize oluşturduğunu göstermektedir.

Peygamberimize atfedilen ve bir önceki konuda bahsi geçen hadislerde söz edilen, arşı taşıyanların sayısının kıyametten önce dört olduğu ve kıyamette bu sayısının sekiz olacağı anlamındaki ifadenin, bu konu için de bir yansıması fark edilmektedir. Dikkat edilirse, bilimsel kaynaklarda hiperbolik evren modeli açıklanırken, "karşılıklı kenarları birbirleriyle ilintili sekizgen"den söz edilmektedir. Buradan, sekizgende, yani sekiz kenarlı bir yapıda dört adet karşılıklı kenar olması gerektiği çıkarımı yapılabilir. Bahsedilen birbiriyle ilintili-bağlantılı dört karşılıklı kenarın arasındaki bağ,  kıyametle birlikte gevşeyecek ve artık koparak, arşı taşıyanların yani evren üzerinde Yüce Allah'ın hâkimiyetini sağladığı unsurların, meleklerin (kuvvetlerin), göğün (evrenin) bağımsız sekiz kenarı üzerinde toplanması yoluyla ayetlerde bahsedilen durumlar gerçekleşmiş olacaktır.  Burada yapmaya çalıştığımız, bilimin ortaya koyduğu teorilerle Kuran ayetleri arasındaki mucizevî uyumun gözler önüne serilmesidir. Her şeyin doğrusunu ancak Yüce Allah bilir.




33

GALAKSİLERİN ÇÖKÜŞÜ (GALAKTİK KIYAMET)

''O gün yerküre başka bir yerküreye, gökler de başka göklere çevrilecek. İnsanlar tek ve kahredici olan Allah'ın huzuruna çıkarılacaktır.”
14 (İbrahim)/48

Ömrünü tamamlayan galaksiler merkezindeki girdap giderek dönme ivmesini yitirir ve böylece galaksinin giderek şekli bozulur. Sonrasında ise, galaksi büyük bir patlama ile veya sessizce dağılarak büyük bir gaz bulutu şekline bürünür ve evrendeki yerini alır. Oluşan bu bulutsular oluşumunu tamamlayamayıp dağılan galaksilerdir. Oluşumunu tamamlayıp, yaşlanarak ömrünü tamamlayan galaksiler ise, zamanla merkezlerindeki girdabın hızı düşerek durur ve böylece galaksi dağılarak veya patlayarak gaz bulutuna dönüşür. Evrende oluşumunu tamamlayamayan veya ömrünü tamamlayarak yaşlanıp dağılan bütün galaksiler önce gaz bulutsusuna, sonra da büyük ve devasa yıldız kümelerine dönüşürler. Yıldız kümelerine dönüşen gaz bulutsuları da zamanla tamamen gezegenlere dönüşerek ömürlerini tamamlarlar. Daha sonra orada oluşan büyük bir girdaba kapılarak değişime ve dönüşüme uğrar. Önce büyük bir kuasara, sonra yeni bir galaksiye dönüşerek evrendeki yerlerini alırlar.

Büyük yıldız kümeleri de, oluşumunu tamamlayamayıp dağılan veya oluşumunu tamamlayarak yaşlanıp, merkezlerindeki girdap durduğunda büyük bir patlama ile dağılarak, gaz bulutuna dönüşen galaksi artıklarının zamanla tamamen yıldız ve gezegenlere dönüşmüş halleridirler. Bu gaz bulutsuları zamanla tamamen yıldız ve gezegenlere dönüşerek, ömürlerini tüketip atıl hale gelirler. Daha sonra, orada oluşan devasa bir girdapla toplanarak yeniden gaz bulutuna dönüştürülür ve yeni bir oluşum şekli ile yeni bir kuasar ve akabinde de yeni bir galaksiye dönüştürülürler. Bu şekilde evrendeki her şey, sürekli oluşum ve dönüşüm yasası çerçevesinde oluşup ömrünü tüketerek, yeni bir oluşuma dönüştürülür. Böylece, evrendeki hiçbir şey zayi edilmez.   
http://www.focusdergisi.com.tr/apps/forum.app/read.php?f=102&i=39&t=39
      

Evrenin yok oluşu ve tekrar yaratılışı

Mehmet Akyol                                          
Olaya "evrensel" açıdan baktığımızda, gökadalar da bir bakıma maddenin işlendiği fabrikalardır. Belki burada, üzerlerinde "Geri Kazanım Kumbarası" yazılı büyük kutular yok; ancak, buradaki geri kazanım sürecinin çok verimli biçimde işlediği bir gerçek. Nasıl atık içecek kutularından yenileri üretilebiliyorsa, gökadalarda da patlayıp ölen yıldızların atıklarından yeni yıldızlar meydana geliyor.''
http://www.haberbilgi.com/bilim/astronomi/evrende_geri_kazanim.html

Evrende Geri Kazanım 
(Alp Akoğlu. TÜBİTAK Bilim ve Teknik, Aralık 2000. Sayfa 28-32)

O gün Yerküre başka bir Yerküreye, gökler de başka göklere çevrilecek. İnsanlar tek ve kahredici olan Allah'ın huzuruna çıkarılacaktır.
14(İbrahim)/48

Yeni bir Evren’in yeni bir Big Bang ile yaratılmasıyla varlık âlemine çıkışı birçok bilim insanının öngördüğü şekilde gerçekleşirse,  ayetteki  ‘’yerin başka bir yere ve göklerin başka göklere çevrilmesi” olayının Yüce Allah’ın dilemesi ve kudretiyle gerçeğe dönüşmesi anlamına gelecektir.

Yazılı kâğıt tomarlarının dürülmesi gibi göğü düreceğimiz günü düşün. Başlangıçta ilk yaratmayı nasıl yaptıysak, -üzerimize aldığımız bir vaad olarak- onu yine yapacağız. Biz bunu muhakkak yapacağız.
 21(Enbiya)/104

Onlar (böyle davranmakla), bulut gölgeleri içinde Allah’ın (azabının) ve meleklerin kendilerine gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? Hâlbuki bütün işler Allah’a döndürülür.
2(Bakara)/ 210
 
O gün, gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir
25(Furkan)/25

Bu ayetlerde kıyametin gerçekleşme şekline ait bilgiler verilmekte ve göğün bulutlar halinde yarılıp parçalanacağı bildirilmektedir. Yukarıdaki alıntılarda dikkat ederseniz parçalanarak dağılan galaksilerin ilk önce birer gaz bulutuna dönüştüğü açıklanıyor. Yani galaksiler tam da ayette bahsedildiği gibi bulutlar (bulutsular) halinde parçalanıyor.

Güneş’in uğrayacağı akıbet konusundaki bilimsel bulgularla ilgili kaynaklarda da Güneş’in ömrünün son döneminde Beyaz Cüce'ye dönüşmesi hususuyla ilgili Furkan 25. ayette bahsedilen ''beyaz bulutlar” arasında bir çağrışım oluşmaktadır. Bilimsel kaynakta şöyle deniyor: ''Güneş’e benzeyen yıldızlar, parlaklıklarında büyük bir artış göstererek ölmeye mahkûmdurlar. Yıldızın çekirdeğinde hidrojen kalmadığında, nükleer yakıtı da geçici olarak tükenmiş demektir. Çekirdekteki nükleer reaksiyonlar durursa da çekirdek çevresindeki bir kabukta hidrojen yanması devam eder. Bu arada hidrojen yakan kabuğun sıcaklığı artar, bu nedenle de helyum üretimi hızlanarak sürer…

…Yıldız ışıma gücü bin Güneş’e eşit olan bir kırmızı süperdev’e dönüşmüştür. Öylesine çok miktarlarda enerji açığa çıkar ki yıldız kararsız hale gelir ve dış katmanlarını yıldız rüzgârıyla uzaya püskürtür. Sonunda geriye, yıldızın orijinal kütlesinin % 10’unu oluşturan ve genişlemekte olan iyonlaşmış bir gaz kabukla çevrelenmiş karbon bir çekirdek kalır. Önceki süperdev, bir gezegenimsi bulutsu haline gelmiştir. Genişlemekte olan gaz kabuk, yıldızın yaşamı boyunca meydana gelen nükleer reaksiyonlar tarafından ortaya çıkarılan maddelerce kimyasal olarak zenginleşmiştir. Gezegenimsi bulutsunun merkezinde sıcak olmakla birlikte hızla soğuyan bir yıldız kalıntısı vardır. Gezegenimsi bulutsunun merkezindeki yıldız bir beyaz cücedir. '' Görüldüğü gibi Güneş bir kırmızı dev olduktan sonra dış katmanlarını küçük bulutsu parçalar halinde uzaya püskürtüyor. Sonuçta, merkezindeki yıldız kalıntısı bir Beyaz Cüce oluyor ve bunun yanında da bulutumsu parçacıkların beyaz renkte görünmesini sağlıyor. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, yukarıda Güneş için sözü edilen Beyaz Cüce’ye dönüşme olayı, kıyametin kopmasından önce Güneş’in belirli bir yaşa gelip kırmızı deve ve sonunda beyaz cüceye dönüşmesi için geçerli olabilir. Pek tabiî ki, Güneş bu aşamalara henüz gelemeden de kıyamet her zaman kopabilir. Ancak Güneş’in beyaz cüce aşamasına gelişi ile kıyametin başlangıcı ve aşamaları eş zamanlı da olabilir. Burada sadece Güneş’imizden bahsediyoruz ama Evren’deki diğer yıldızlar için de aynı süreç geçerli olacaktır.






34

•KIYAMETTE TUTUŞTURULAN DENİZLER

•RADYO DALGALARI

•KARADELİKLER  
 
•TUZLU SU


Dünya kıyametinin Samanyolu galaksisinin merkezinde bulunan dev karadeliğe yaklaşması ve kaçınılmaz bir şekilde bu karadeliğe düşmesi ile gerçekleşebileceğine dair bilimsel bulgulardan bahsetmiştik.
Kıyametin en ilginç olaylarından birisi ise, denizlerin tutuşarak yanmasıdır. Böyle bir olayın nasıl gerçekleşebileceği konusu her zaman merak uyandırmıştır. En son bilimsel araştırmalarda (2009 yılında) tuzlu suyun yanması ve bu şekilde yakıt olarak kullanılabilmesi ile ilgili ilginç tespitler yapılmıştır. Bunların içinde konumuzu ilgilendiren tespit, radyo dalgalarının tuzlu suyu ayrıştırması ve bunun sonucunda yanmanın sağlanmasıdır. Çünkü karadelikler çok güçlü bir şekilde radyo dalgaları üretmektedirler. Dünya bu karadeliğin etki alanına girdiğinde kaçınılmaz bir şekilde bu radyo dalgalarının tersinde kalacak ve tuzlu sudan oluşan denizler bundan etkilenecektir. Aşağıdaki alıntılarda bu konuyu açıklayan bilgi ve yorumlar bulunmaktadır.

Nature dergisinde yayınlanan makalede aktarıldığı şekliyle Amerikan Ulusal Görsel Astronomi Gözlemevi (NOAO)’dan Todd Boroson önderliğindeki ekip, üzerinde çalıştıkları Sloan Dijital Gökyüzü Taraması (SDSS) verileri arasında garip bir kuazara rastladılar. Kuazarlar özellikle evrenin ilk dönemlerinde sıklıkla görülen, merkezlerinde aktif bir karadeliği ve etrafında bu karadeliği besleyen madde yığınları olan yapılara verilen isimdir. Karadeliğin etrafındaki gazlar çekim etkisiyle sıkışıp, ısınırlar ve radyo dalgalarından X-ışınlarına kadar geniş bir aralıkta yüksek miktarlarda ışıma yaparlar.     
http://www.uzayveastronomi.com/2009/03/05/galaksi-merkezinde-karadelik-cifti/

Bu sebeple, süper kütleli karadelikleri aramak için, en uygun yerler yakın galaksilerin çekirdekleridir. Aktif galaksi çekirdeklerinin güç kaynakları, muhtemelen karadeliklerdir. Merkezdeki etkinliğin yakın görüntüsü, radyo yayını fışkırmalarıdır. Fışkırmalarının kaynağı, merkezde, süper kütleli bir karadeliğin varlığıyla açıklanabilir.
http://www.yaklasansaat.com/evren/karadelik/karadelik.asp

Tuzlu suyun yanmasının mümkün olmadığını düşünen bilim adamları, John Kanzius'un, icat ettiği bir radyo dalgası üreteciyle tuzlu suyu yaktığını açıkladığında onun bir aldatmaca olduğunu sandı. Ancak hiç de öyle değildi.

Penn Eyalem Üniversitesi'nden kimyacılar, cihazı aldılar, kendi deneylerini yaptılar ve bunun gerçekten doğru olduğunu buldular. RFG tuzlu suyu tutuşturdu ve yaktı. Alevlerin sıcaklığı 1648 dereceye ulaşıyor.
Tuzlu Su Nasıl Yanabiliyor?

Suyun yanması hidrojenle oluyor. Normal durumda, tuzlu su, öyle görünmesine karşın kendiliğinden yanmaz. Radyo dalgaları aslında tuzlu suyu oluşturan bileşenler arasındaki bağları zayıflatıyor-Sodyum Klorür, Hidrojen ve Oksijen- serbest kalan hidrojen, bir kez ateşlendiğinde, radyo dalgalarına maruz kaldıkça açığa çıkmayı sürdürerek yanmasını devam ettiriyor.
http://www.haber7.com/haber/20091004/Tuzlu-su-benzine-alternatif-olabilir-mi.php

Denizler, tutuşturulduğu zaman
81 (Tekvir)/6

Bu ayette "succiret" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime 'tescir' den mazi-meçhul sigasıdır. Tescir, Arapçada tandır içindeki ateşi tutuşturmak, körüklemek anlamına gelir. Gerçi denizlerin tutuşturulması insana ilk bakışta tuhaf gelebilir ama eğer suyun gerçek yapısını dikkate aldığımız zaman, bunun hiç de tuhaf olmadığını görürüz. Bu öyle bir mucizedir ki, Allah, suyu iki farklı gazdan (oksijen ve hidrojen) yaratmıştır. Biri (oksijen) ateşin yanması için gereklidir, ikincisi (hidrojen) ise, kendi kendine tutuşarak ateş alır. Bu iki gaz birleştiğinde suyu meydana getirirler ve ateşi söndürücü bir özellik alırlar. Allah Teâlâ işte bu hususa dikkati çekmektedir. Yani bu iki gaz birbirinden ayrıldığında, hidrojen kendi kendine tutuşur ve oksijen de bu ateşi hızlandırır. Zaten bu gazların asıl özellikleri de budur” (Tefhim ül- Kuran’dan)
Görüldüğü üzere en son paragraftaki alıntıda ayette geçen “succiret” kelimesi ateş almak, tutuşmak anlamlarına gelmektedir. Bazı meallerde “denizlerin tutuşması” değil de “denizlerin kaynatılması” olarak tercüme edilmektedir. Ayeti “denizlerin tutuşması” şeklinde anladığımızda modern bilimin bulgularına daha uygun sonuçlar çıkmaktadır.




35

KARİ’A : KIYAMETLE GELEN VE ŞİDDETLE ÇARPAN SES

1. O Karia, o şiddetli ses çıkararak çarpan.
2. Nedir Karia?
3. Karia'nın ne olduğunu sana bildiren nedir?
4. O gün insanlar, çırpınarak yayılmış pervaneler gibi olurlar.
5. Dağlar, didilmiş renkli yün gibi olur.

              101(Kari’a)/1-5

‘’O kari’a. O çarpacak bela, yani kıyamet. Çünkü "karia", "kar"dan türemiştir. Maddesinden "kar'", şiddetli bir ses çıkaracak derecede şiddetle dayanıp çarpmaktır.’ ’(Elmalılı tefsiri)

‘’Karia”nın manası, bir şeyin başka bir şeye çarpmasından çıkan sert sestir.’   
(Tefhimü-l Kuran’dan)
Kari’a Suresi 1. Ayet ve Tefsiri 
http://www.kuranmeali.com/tefsir.asp?sureno=101&ayet=1

Onlar, birbirleriyle çekişip dururken kendilerini ansızın yakalayacak korkunç bir sesi bekliyorlar.
Olan müthiş bir sesten ibarettir. Bunun üzerine onların hepsi hemen huzurumuzda hazır bulunurlar.

36(Yasin)/ 49 ve 53. ayetler

Bunlar da ancak asla geri kalmayacak korkunç bir ses bekliyorlar.
38(Sad)/15

Stanford Üniversitesi’nde fizik profesörü olan ve Perseus galaksi kümesini inceleyen astronom Steven Allen “Ses dalgaları basınç dalgalarıdır. Ve kara delikler veya en azından onların göreli fışkırmaları muazzam ses dalgaları üretebilirler, sonra bunlar etrafı çevreleyen galaktik gazda yayılırlar’ diyor. “Işık hızına yakın hızda hareket eden materyal içeren göreli fışkırmalar, dev eliptik galaksileri ve galaksi kümelerini kaplayan sıcak gaza çarptığı zaman, sanki ‘galaktik bir davulu’ çalarlar. Fışkırmalar “değnek ‘’ olarak davranır, gazın yüzeyi “davul ‘’dur.
http://www.gnoxis.com/forum/bilim-and-teknoloji/13819-garip-ama-gercek-karadelikler-sarki-soyluyo.html

Uluslararası astronomlar devasa bir kara deliğin yaydığı ses dalgalarını ilk kez gözlemlemeyi başardılar.
250 milyon ışık-yılı ötedeki kara deliksi bemolden söylüyor. Ses dalgalarının enerjisi milyonlarca süpernovanınkine eşit.

Washington’da açıklama yapan uzmanlar Dünya’ya 250 milyon ışık-yılı mesafedeki Perseus galaksisinin içinde bulunduğu kümenin merkezindeki kara delikten gelen ses dalgalarını Amerikan uzay teleskopu Chandra’yla tespit ettiklerini bildirdiler. Uzmanlar kara delikten yayılan sesin insan kulağının duyabileceğinden bir milyon kere milyar kat daha pes olduğunu belirttiler.

Nasıl oldu da soğumadı?
Astronom Bruce Margon’un NASA’da düzenlenen basın toplantısında verdiği bilgiye göre x ışınıyla çalışan Chandra teleskopu sayesinde saptanan ses dalgaları astronomların yıllardır kendilerine sordukları sorunun yanıtlanmasını sağlayabilecek: Bu kümenin göbeğindeki sıcak gazlar aradan 10 milyar yıl geçtiği halde nasıl olup da soğumadı? Astrofizikçi Kim Weaver konuyu açıklarken şunu söyledi: “Ses dalgaları gazların içinden geçerken absorbe ediliyor enerjileri hararete dönüşüyor... Bu da gazların niçin soğumadığını gösteriyor...”
http://www.uslanmam.com/uzayin-derinliklerinde/277043-kara-delik-mirildaniyor.html

Yukarıda belirtilen ayetlerde kıyametin çok şiddetli ve çarpan bir ses ile geleceği tekrar edilerek vurgulanmaktadır. Bu ayetlerle ilgili olarak galaksi merkezlerindeki dev karadeliklerden kaynaklanan çok şiddetli ses dalgalarından bahsediliyor. Bu ses dalgalarının galaksi merkezlerinde karadelik yakınlarında oluşan galaktik gaz bulutuna çarptığı ve bu gazın sıcaklığının bu çok yüksek basınç yaratan ses dalgalarından kaynaklandığı üzerinde de duruluyor.

Şimdi, daha önceki konularda da tekrar ederek belirttiğimiz, Dünya’mızın beklenen kıyametinin Samanyolu galaksisinin merkezinde bulunan dev karadeliğe düşmesi şeklinde olacağı öngörüsüne ve Dünya’nın kaçınılmaz bir şekilde bu dev karadeliğe ve galaksi merkezine yaklaşmakta olduğu görüşüne tekrar dikkat edelim. Dünya galaksi merkezindeki gaz ve toz bulutuna girecektir. İşte bu aşamada dev karadelikteki yukarıdaki alıntılarda belirtilen fışkırma ve onun çok yüksek basınç yaratan şiddetteki ses dalgaları ayetlerde vurgulanan ‘’şiddetle çarpan sesi’’ yaratacaktır. Belki de kıyametimizin başlangıcı bu ses olacaktır.



36

DUMAN (DUHAN) 
GALAKSİ MERKEZİ VE YAKLAŞAN KIYAMET

10. Şimdi sen, göğün, açık bir duman çıkaracağı günü gözetle.                     
11. Duman insanları bürüyecektir. Bu, elem verici bir azaptır.                     
12. (İşte o zaman insanlar:) Rabbimiz! Bizden azabı kaldır. Doğrusu biz artık inanıyoruz (derler).   
13. Nerede onlarda öğüt almak? Oysa kendilerine gerçeği açıklayan bir elçi gelmişti. 
14. Sonra ondan yüz çevirdiler ve: Bu, öğretilmiş bir deli! dediler.             
15. Biz azabı birazcık kaldıracağız, ama siz yine (eski halinize) döneceksiniz.
16. Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikamımızı alırız.
   
                                                                                               44 (Duhan)/10-16 

Dünya’mız Güneş sistemi ile birlikte Samanyolu galaksisinin merkezine ve bu merkezdeki karadeliğe doğru giderek yaklaşmaktadır. Bu karadeliğin çekim alanına girdiğinde işte bu, beklenen ve vaat edilen kıyamet gerçekleşmeye başlayacaktır. Dünyamızın sonu ile ilgili tabii ki başka kıyamet senaryoları çıkarılabilir ve sonunun Evren’deki herhangi başka bir sebepten olabilmesi mümkündür. Ancak modern bilimin tespitlerine göre Dünya’mız ile birlikte Güneş Sistemi için belirlenen ve kaçınılmaz olan ve ister istemez zaman geçtikçe yaklaşılan son, bu kıyamettir.

Duhan Suresi 10. ayette bahsedilen duman (duhan) ile kastedilenin ne olabileceği ile ilgili şu alıntılara dikkat edelim.

‘’Şeker molekülü,galaksimizin merkezine yakın’’, bizden 26 000 ışık yılı uzakta (bir ışık yılı ışığın bir yılda katettiği yoldur ve yaklaşık olarak 36 trilyon kilometreye eşittir) çok büyük boyutlardaki gaz ve toz bulutunda tespit edildi. Bu toz bulutları -ki çoğu zaman birkaç ışık yılı büyüklüğündedirler- yeni yıldızların oluşumu için temel madde kaynaklarıdır. Fakat Dünya’ ya kıyasla çok daha seyrek olan bu bulutlar,  milyonlarca yıl süren karmaşık kimyasal reaksiyonların meydana geldiği bölgelerdir.’’
http://www.istanbul.edu.tr/fen/astronomy/news.php?newsid=88)

‘’Hz. Ali'den şöyle nakledilmiştir: Kıyametten önce gökten gelecek bir dumandır.’’
(Elmalılı Tefsiri)
http://www.kuranikerim.com/telmalili/duhan.htm

‘’Büyük galaksilerin merkezlerinde olduğu gibi bizim galaksimizin de merkezinde devasa bir karadelik bulunuyor. Devasanın anlamı 3 milyon Güneş kütlesi. Gece göğünde Yay takımyıldızına (Sagittarius) doğru baktığınızda Samanyolu'nun merkezine bakıyor olacaksınız. Özellikle bir dürbün ya da teleskopla bölgeyi incelerseniz ‘’yoğun yıldız, gaz ve toz bulutları göreceksiniz’’ fakat karadeliğe rastlayamayacaksınız. Bu çok normal çünkü karadelikler çekim kuvvetleri nedeniyle ışığın bile içinden kaçamadığı cisimler. Fakat karadelikler, etrafında büyük hızlarla dönen ve ışıma yapan maddeler sebebiyle, ayrıca etrafındaki cisimlere uyguladığı kütle çekim etkisiyle gözlenebiliyorlar. Bütün bunlara rağmen ‘’bölgedeki yoğun gaz ve toz kümeleri nedeniyle’’ merkezdeki karadeliği gözlemek çok zor, en azından görünür spektrumda. Kızıl ötesi spektrumda incelendiğinde gaz bulutlarının etkisi azalıyor ve görüntü alınabiliyor.
http://astronomy.ege.edu.tr/main/forum/index.php?topic=160.0

Yukarıdaki kaynaklarda da fark edileceği üzer, Samanyolu galaksimizin merkeze yakın bölgeleri çok yoğun gaz ve toz bulutları içeriyor. Dünyamız da Güneş Sistemi ile beraber merkezdeki bu bölgeye yaklaşmaktadır. Bu bölge ayrıca yok oluşun gerçekleşeceği (bu yok oluşu en azından Dünya ve Güneş Sistemi için söyleyebiliriz) tüm Evren’i sona erdirecek bir kıyamet, bu bahsedilen kıyametle birlikte ya da hemen sonra ve yahut da Yüce Allah’ın takdir edeceği başka bir zamanda gerçekleşebilir. Merkezdeki dev karadeliğe yakın olan bölgedir. Sonuçta Dünya’mızın bu yoğun gaz ve toz bulutlarının içine girmesi kaçınılmaz bir durumdur. Merkezdeki dev karadeliğe de yaklaşılmış olacağı için kıyametin de yaklaştığı bir dönemden bahsedilebilecektir.

Bilim insanları Evrenin, “Big Crunch”  adı verilen kendi içerisine çöküşünün başlangıcı olarak, Evren’deki maddenin kritik yoğunluğa ulaşmasını göstermektedirler. Evrenin sonu yani kıyametle ilgili başka teoriler de vardır. Bu teorilerden herhangi birinin öngördüğü şekilde Evren’in son bulması Yüce Yaratıcının bilgisi ve takdiri dâhilinde herhangi bir zamanda gerçekleşebilecektir. Örneğin, Evren’in kendi içine çöküşü yalnızca Yüce Allah’ın bilebileceği bir zamanda başlayarak Dünya’mızın Güneş sistemiyle birlikte galaksi merkezindeki karadeliğe doğru çok daha hızlı bir şekilde yol almasını ve merkezdeki bu karadeliğin Evren’deki büzülmeyle birlikte yoğunluğunu olağanüstü arttırarak Dünya’yı ve diğer gökcisimlerini kendi içine hızla çekmesini sağlayabilir.

Ayrıca ayette bahsedilen dumanın ‘’gökten gelecek’’ ya da  ‘’göğün getireceği ya da çıkaracağı’’ bir duman olması, yeryüzünden kaynağını almayan bir duman (duhan) olması da bu görüşümüzü destekleyen bir durum oluşturmaktadır. Bunun yanında duhan azabının biraz kaldırılması ve insanların yine yola gelmemesi; önce iman ettik diyerek sonra tekrar dönmeleri de, bir gaz bulutunun içine girdikten belki de yüzlerce yıl sonra çıkılması, sonrasında başka bir gaz bulutuna girilmesini belirtiyor olabilir. Duhan suresi 16. Ayette, ‘’Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikamımızı alırız’’ denmesiyle de Dünya’nın ve Güneş sisteminin, karadeliğin ‘’olay ufku’’na girmesi ve artık geri dönülmez noktadan kurtulamaması kastediliyor da olabilir. (Olay Ufku: kuramsal olarak, içine bir kez girildikten sonra bir daha kaçılamayacak karadeliksel bölge.)

Yukarıdaki açıklamaların yanı sıra sonradan tespit ettiğimiz şu bilgiler de önem arz etmektedir.
‘’Samanyolu'nu kızılötesi ve radyo dalgalarıyla inceleyen astronomlar, Amerikan Astronomi Birligi’nin St. Louis'de 3 Haziran'da (2008 yılı) yaptığı toplantıda gökadamızın yapısının yenilenmiş bir görünüşünü sundular...

Elli yıl önce radyo astronomları, görüş hattımız üzerinde Samanyolu'nun merkezinden 10000 ışık yılı uzaklıkta alışılmışın dışında bir spiral kolun varlığını keşfettiler. Bu kol 10 milyon Güneş kütlesi kadar ‘’hidrojen gazı’’ içeriyordu ve garip bir biçimde 190000 km/s'nin üzerinde bir hızla bize doğru genişliyor gibi görünüyordu. Astronomlar bu kola Genişleyen 3 kiloparsek Kol adını verdiler… Harward-Smithsonian Astrofizik Merkezi'nden Tom Dame ve Partick Thaddeus, Sili'deki Cerro Tololo İnter-Amerikan Gözlemevi'nden elde edilen ‘’galaktik gaza’’ ait radyo haritalarını incelediler…

Astronomlar 3-kiloparsek kolların gökada merkezinin her iki yanında binlerce ışık yılı uzanan ve milyarlarca yıldız içeren gökadanın büyük yıldız çubuğu ile gazın etkileşimi sonucu oluştuğunu düşünüyorlar.
http://www.astronomy.com/asy/default.aspx?c=a&id=7039’’
http://astronomy.sci.ege.edu.tr/pictures/astrohaber/ah05_0615.pdf

Dünya’mızın Güneş sistemiyle birlikte yaklaşmakta olduğu galaksi merkezindeki dev karadeliğin yakınları sayılabilecek bir mesafede, sadece gazdan oluşan (hidrojen gazı) sarmal bir kol bulunmaktadır. Bu kol aynı zamanda genişleyerek 190000 km/s hızla Dünya’ya yaklaşmaktadır. Bu büyük gaz kütlesi Duhan suresinde belirtilen dumanı (duhan) oluşturabilir. Aynı zamanda, kelimenin tam anlamıyla, bize doğru kendisi yaklaştığı için de ayetteki  ‘’göğün getireceği veya çıkaracağı’’ tanımlamasına tamtamına uymaktadır.




37

KIYAMET İLE İLGİLİ AYETLER
VE MODERN BİLİMİN VERİLERİ ARASINDAKİ UYUM

81(Tekvir) /1, 2, 3…6)

        1. Güneş, dürüldüğü zaman,                   
        2. Yıldızlar, bulanıp söndüğü zaman,                                                  
        3. Dağlar, yürütüldüğü zaman                            
               … 
        6. Denizler kaynatıldığı zaman, …                                  


Göğün, erimiş maden gibi ve dağların atılmış renkli yün gibi olacağı gün.
70 (Mearic)/ 8, 9

Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül haline geldiği zaman.
55(Rahman)/37 
                             
Bu ayetleri aşağıda belirtilen bilgilerle karşılaştırarak değerlendirelim:

‘’…gökadamızın merkezindeki 30-40 ışıkyılı genişliğindeki alan, alışık olmadığımız enerji kaynaklarının karşılıklı etkileşimiyle sıcak ve hareketli bir kazan görünümünde. Bunların başında, Sagittarius A* adlı karadelik adayı geliyor. (Daha sonraki yıllarda yapılan araştırmalar sonucu bunun bir karadelik olduğu kesinleşmiştir.) Bunun çevresinde ömürlerini tamamlamak üzere kırmızı dev aşamasında bir yıldız kümesi, genç yıldızlardan oluşan bir yapı, moleküler ve iyonize gaz bulutları ve bir süpernova artığına benzeyen güçlü bir ışınım kaynağı yer alıyor. Yoğun gaz ve toz bulutları, gökada merkezini optik teleskoplara kapatıyor…’’
http://www.haberbilgi.com/bilim/astronomi/bir_gokada_portresi_samanyolu5.html

Duhan Suresi ile ilgili açıklamalarda Dünya’nın Güneş sistemi ile birlikte Samanyolu galaksisinin merkezinde bulunan dev karadeliğe doğru yaklaşmakta olduğunu vurgulamıştık. Kıyamet başlangıcının Dünya’nın bu dev‘’ karadeliğe düşmesi’’ ile olabileceğini belirtmiştik. (tabii ki en doğrusunu Yüce Allah bilir) Kıyamet ile ilgili bazı ayetlerde anlatılan olaylar ile bilimsel kaynaktaki bilgiler arasındaki önemli uyumlara dikkatimizi çekmektedir. Tekvir suresindeki; Güneş’in dürülmesi ve yıldızların bulanması olayları, galaksi merkezinde bulunan ‘’yoğun gaz ve toz bulutları’’ ve ‘’moleküler - iyonize gaz bulutları’’ arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurulabilir. Bu bulutlar yaygın bir şekilde Dünya’yı kuşatan Güneş ışınlarının dürülmüş gibi kapanarak artık sadece küçük bir küre gibi görülmesine, yıldızların da bu gaz ve toz bulutlarından dolayı bulanık bir şekilde görülmesine ya da zaten çok küçük ve belirsiz olarak görülen yıldızların da artık görülemez olmasına sebep olabilecektir.

Mearic: 8 ve 9. ayetlerinde “Göğün, erimiş maden gibi ve dağların atılmış renkli yün gibi olacağı gün” ve Rahman:  37’de “Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül haline geldiği zaman” ayetinde vurgulanan ‘’göğün erimiş maden gibi olması’’ ve ‘’göğün kızaran yağ gibi kırmızı gül haline gelmesi’’ olayları ile yukarıdaki alıntıda belirtilen ‘’Bunun çevresinde ömürlerini tamamlamak üzere kırmızı dev aşamasında bir yıldız kümesi’’ ve ‘’bir süpernova artığına benzeyen güçlü bir ışınım kaynağı yer alıyor’’ şeklinde verilen bilgiler arasındaki uyum birbirlerini desteklemektedir. Galaksi merkezi yakınlarında kırmızı dev halindeki yoğun yıldızlar ile ‘’süpernova artığına benzeyen güçlü ışınım’’, göğün erimiş bir maden gibi veya kızaran yağ gibi kırmızı güle benzeyen bir hal almasına neden olabilecektir.

Bunların yanında Dünya’nın ısı ve ışık kaynakları olan Güneş ve yıldızlar etkilerini büyük oranda kaybettikleri halde, çok büyük bir ısı gerektiren ‘’denizlerin kaynaması’’ olayının gerçekleşmesi ilk bakışta birbirine ters bir durum gibi görünecektir. Ancak bilimsel kaynaktaki ‘’… Gökadamızın merkezindeki 30-40 ışıkyılı genişliğindeki alan, alışık olmadığımız enerji kaynaklarının karşılıklı etkileşimiyle ‘’sıcak’’ ve hareketli bir kazan görünümünde’’ açıklamaları bu durum için mantıklı bir açıklama oluşturmaktadır. Bununla birlikte şu alıntıdaki bilgiler de bu konuda açıklayıcı olabilir.

‘’Karadelikler, çok güçlü kütle çekimleri nedeniyle olay ufku denen küresel bir sınırı geçen ışığın bile geri çıkmasına izin vermediği için kuramsal olarak görülmesi olanaksız yapılar. Ancak, çevrelerindeki gaz yutulmadan önce karadelik çevresinde bir disk içinde dönerken ‘’milyonlarca dereceye kadar ısınıp’’ güçlü X-ışınları yaydıklarından karadeliklerin varlığı belirlene-biliyor.’’                                     
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/gokbilim/S-457-14.pdf

 
‘’Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. Kıyamet’in kopması, bir göz kırpması gibi veya daha az bir zamandır…’’   
16 (Nahl)/77

Bu ayeti ile aşağıdaki bilimsel kaynaktaki bilgiler arasındaki uyum da birbirleriyle örtüşmektedir.
‘’Galaksinin merkezinde Güneş'in tam 3 milyon katı kütleye sahip bir kara delik bulunmaktadır. Bu karadelik muhteşem çekim kuvvetiyle etrafındaki tüm yıldızları yutarak onları yemektedir. Bilim adamları bu büyüklükte bir karadeliğin Dünyamızı yutmasının ‘’sadece bir saniye’’ süreceğini belirtmektedirler.’’          
http://www.ilmimercek.net/?Pg=Detail&Number=7439


75 (Kıyamet)/6-9

          6. “Ne zamanmış kıyamet?” diye sorar.                
                 7. Göz kamaştığında,                         
                       8. Ay tutulduğunda,                         
                              9. Güneş ve Ay bir araya getirildiğinde…
 


Yukarıdaki ayetlerde ‘’gözlerin kamaşması’’ olayı, galaksi merkezi yakınlarındaki ‘’süpernova artığına benzeyen güçlü ışınım’’ ile ilgili olabilir. 
http://www.haberbilgi.com/bilim/astronomi/bir_gokada_portresi_samanyolu5.html
 
Bunun yanında şu bilgiler de ayetlerde belirtilen  ‘’gözlerin kamaşması’’ olayını daha net bir şekilde açıklamaktadır.

‘’Birçok büyük gökada merkezi bir karadelik içermektedir. Karadeliğin içindeki çok büyük gravitasyonel çekimden dolayı gaz spiralleri oluşur. Bunların bir kısmı karadeliğe geri düşer. Yüksek türbülansın olduğu bölgelerde madde süper sıcaklıklıdır ve X-Ray ile beraber birçok dalga boyunda ışınım yayar. Bu da çok aktif gökadaların çekirdeklerinin çok parlak görünmesine neden olur.’’
http://www.forumsitesi.biz/samanyolu-merkezindeki-karadelik-tekrar-t105157.html?s=6c591e241616b2a78a9ef38d52e59395&amp;t=105157

Ay’ın tutulması ise yukarıdaki bu konu başlığıyla ilgili alıntılarda da belirtildiği üzere, galaksi merkezine yakın bölgedeki çok yoğun gaz ve toz bulutu sebebiyle güneş ışığının Ay’a ulaşamaması ve bu nedenle Ay’ın sürekli tutulma olayındaki gibi karanlıkta kalması durumuyla ilişkili olabilir. Güneş ile Ay’ın bir araya getirilmesi de bunların galaksi merkezindeki dev karadeliğe düşünce atomlarına ve hatta atom altı parçacıklarına ayrılarak karadelikteki  ‘’tekilliğin’’ bir parçası olmaları kaçınılmaz olur.

‘’Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek çarpışla çarpılıp darmadağın edildiği zaman’’  69(Hakka)/14 ayetindeki yeryüzü ve dağların kaldırılıp birbirine çarpılarak darmadağın edilmesi olayı, galaksi merkezindeki milyonlarca dereceyi bulan ısı ile Yerküre’nin çekirdeğindeki sıcak magmanın meydana getirebileceği çok yoğun volkanik hareketlilik sonucu gerçekleşebilecektir. Ancak ‘tek çarpışla çarpılıp darmadağın edilmesi’ ile Dünya’nın dev karadeliğe düşünce Dünya yüzeyi ile dağlar da atom altı parçacıklarına ayrılıp iç içe geçerek karadelikteki tekilliğin parçası haline gelmeleri kastediliyor da olabilir. Şüphesiz ki, en doğrusunu ancak yüce Allah bilir.


Çekirdek

Yer kürenin en iç kısmını oluşturur. Yarıçapı 3400 km. kadardır. Yapısında demir ve nikel bulunur. Bu nedenle yoğunluğu fazladır. Çekirdekte sıcaklığın 3000 derece ile 4000 derecenin üzerinde olduğu sanılmaktadır.

Yer’in merkezindeki yüksek basınç nedeniyle çekirdekte bulunan maddelerin katıya yakın olduğu sanılmaktadır.
http://www.yeniforum.gen.tr/fosil-yakitlarin-tuketilmesi-t125760.html’’

Yerküre’nin merkezinde sıcaklık ve basınç çok yüksektir. Dünyamız galaksi merkezine yaklaştığında buranın verdiği yüksek ısıyla denizlerdeki suyun da buharlaşması sonucu yerkabuğunun en ince bölümü olan okyanus tabanlarından yüksek basıncın etkisiyle, üstündeki deniz suyu da olmayacağından ağırlık ve basınç azaldığı için, merkezdeki sıcak magma yüzeye doğru fışkıracaktır. Özellikle Tekvir Suresi 6. ayette göre ‘’denizlerin kaynatılması/ateşlenmesi/tutuşturulması… ve hatta fışkırtılması’’ olaylarına da bu durumlar sebebiyet verebilir.

Zilzal 2. ayette de kıyamet gününde arzın diğer bir deyişle yeryüzünün içindeki ‘’ağırlıkları dışarı" atacağından da bahsedilmektedir.

‘’ÇEKİRDEK: Yer yuvarlağının en iç kısmında çekirdek bölümü bulunur. Yoğunluk mantoya göre çok fazladır. 2890 km derinlikten başlayarak Dünya'nın yarıçapı olan 6371 km'ye kadar devam eder. İki bölümden oluşur. Her iki katta nikel ve demir bileşikleri fazla olduğundan, iki kürenin bileşimine nife ismi verilmiştir. Çok yoğun ve ağır olduğu için ağır küre anlamına gelen barisfer ismi de kullanılır.’’   
http://www.manisa.tsf.org.tr/images/yz_resim/ic_dis_kuvvetler_zambak.pdf          

Bu durum, Zilzal suresinin 2. ayetinde ‘’arzın içindeki ağırlıklarını’’ atmasından söz edilmesinin nedenini bilimsel olarak açıklamaktadır.

“ O gün gök şiddetle sallanıp çalkalanır.”    
52(Tur)/9

‘’Samanyolu’nun merkezine baktığımızda gaz ve toz bulutlarıyla, yıldızların çok büyük hızlarla döndüklerini gözlemliyoruz. Bu hızla dönen cisimlerin uzaya saçılmaması için merkezde çok büyük kütleli bir cismin bulunması gerekiyor. Fizik kurallarına göre böylesine büyük kütleler, kara deliklerden başka hiçbir cisimde bulunamaz’’
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/bdergi/poster/icerik/karadelik.pdf

‘’Galaksi merkezinde bulunan dev karadelikler, etraflarındaki gaz bulutlarına, güçlü çekim uygulayarak, büyük bir hızla döndürürler ve kendilerini belli ederler.’’

‘’Galaksi çekirdeklerinde, birbirlerine çok yakın yıldızlar, çarpışarak parçalanırlar. Ve enkazları, karadelik için, bir besleme kaynağı olur.’’

‘’Genişlemekte olan bu muazzam evren, kütlesel çekimin etkisiyle, geriye dönmeye- büzülmeye başlayacak;  adeta bir balonun sönmesi yahut bir kâğıdın avuç içinde dürülmesi gibi galaksiler, biri birlerine yaklaşmaya başlayacaktır. Bir taraftan, her bir galaksi, kendi merkezlerindeki dev karadelikler tarafından yutulurken, diğer yandan galaksilerin dönüş hızı, gittikçe artacaktır. Sonuçta, milyarlarca galaksi, süper dev karadeliklere dönüşürken; karadelikler, 'sonsuza yaklaşan hızla' kafa kafaya gelecek ve hiper dev bir karadeliğe dönüşecektir.’’
Dr. Halil Bayraktar 
http://www.yaklasansaat.com/evren/karadelik/karadelik.asp

Fark edileceği üzere, Tur 9. ayetteki ‘’göğün şiddetle sallanıp çalkalanması’’ olayı, Dünya’mızı bekleyen kıyametin ‘galaksi merkezindeki dev karadeliğe düşmesi’ olduğu düşünüldüğünde ve mutlak bir şekilde galaksi merkezine yaklaşılacağı da göz önüne alındığında, galaksi merkezine yakın bölgelerdeki, yukarıdaki alıntılarda belirtilen hareketlilik ile ilgili olabilecektir. Ayrıca Tur 9. ayetle ilgili olarak yukarıdaki alıntıların en sonuncusunda da, tüm Evren’i sona erdirecek kıyametin meydana geliş şekliyle ilgili öngörülerde belirtildiği gibi galaksilerin birbirine yaklaşıp dönüş hızlarının artması, surede belirtilen göğün hareketliliği ile ilişkili olabilecektir.

39 (Zumer)/67 Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir. 


Bu ayet ile yukarıdaki bilgiler de uyum içindedir. Dünya’nın galaksi merkezindeki dev karadeliğe düşmesi, ayette belirtildiği gibi yerin kıyamet günü ‘O’nun elinde olmasına’ işaret olarak kabul edilebilir. Yine Tur suresiyle ilgili olarak yukarıdaki verilen bilgiler ve öngörüler, göklerin onun kudretiyle dürülmesi olayını açıklar niteliktedir.

Kıyametin gerçekleşme zamanı ile ilgili olarak aşağıdaki ayet ve bilgiler de dikkat çekicidir.

31(Lokman)/ 34 ‘’Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır.’’            

‘’Bir kara delik madde yuttukça olay ufkunu genişletir, olay ufku genişledikçe de daha güçlü çekim alanına sahip olur.’’    
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kara_delikler

Madde yuttukça güçlenen karadelik, cisimlerin niteliğine bakmadan sonsuza değin onları geri salmaz.    
http://www.msxlabs.org/forum/uzay-bilimleri/79849-kara-delik.html

Görüldüğü üzere kıyamet vakti hakkındaki bilginin ancak Allah katında olduğu belirtiliyor. Dünya’nın sonu (ve akabinde kıyamet) ile ilgili olarak öngörülen, galaksi merkezindeki dev karadeliğe düşme olayı ve bunun ne zaman gerçekleşeceği, karadeliğin ve onun olay ufkunun durağan olmayıp, sürekli güçlenip genişliyor olması sebebiyle ancak Yüce Allah’ın bilgisi dahilinde olabilir. Ayrıca tüm Evren’in dürülmesi şeklinde gerçekleşecek olan,  galaksilerin ve tüm gökcisimlerinin hızla birbirine yaklaşması yoluyla oluşabilecek kütle çekim ve yoğunluktaki artış sebebiyle de karadeliğin ve olay ufkunun güçlenip genişlemesi mümkündür. Bunun zamanını da ancak Yüce Allah bilir.




38

YERYÜZÜNÜN KIYAMETTEN ÖNCE KURU BİR TOPRAK HALİNE GELMESİ

Güneş'in dış katmanlarının genişleyerek Dünya'nın yörüngesinin bulunduğu noktaya kadar gelmesi olasıdır ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar, Güneş'ten kırmızı dev aşamasının başlarında kaybolan kütle nedeniyle Dünya'nın yörüngesinin daha uzaklaşacağını, dolayısıyla da Güneş'in dış katmanları tarafından yutulmayacağını önermektedir. Ancak Dünya'nın üstündeki suyun tamamı kaynayacak ve atmosferinin çoğu uzaya kaçacaktır. Bu dönemde oluşan güneş sıcaklıklarının sonucunda 900 milyon yıl sonra Dünya yüzeyi bildiğimiz yaşamı destekleyemeyecek kadar ısınacaktır. Bir kaç milyar yıl sonra da yüzeyde bulunan su tamamen yok olacaktır.   
http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%BCne%C5%9F

Ömrünün sonuna yaklaşan Güneş şişerek “kırmızı dev” haline geldiğinde gezegenimizin alev topundan yakayı sıyırabileceği görüşünü ortaya atan iki gökbilimci, bu düşünceyi değiştirmiş bulunuyor:
Güneş Dünya’yı yutup buharlaştıracak... Hesaplar felaketin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor. Ama bizlerin, daha doğrusu uzak torunlarımızın korkuya kapılmasına gerek yok. Artan güneş ışınımı nasıl olsa günümüzden 1 milyar sonra Dünya’yı ölü bir kaya parçasına çevirmiş olacak. 
(Science, 14 Mart 2008)   
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/gokbilim/s-485-8.pdf

Yukarıda verilen bilgilerde yeryüzünün Güneş ışınımındaki artış ve Güneş’in kırmızı dev halini alması yoluyla sahip olduğu suyu ve atmosferi kaybederek kuruyacağı belirtilmektedir. Güneş’in kırmızı dev halini almasıyla Dünya’yı yutup yutmayacağı ve bunun zamanı konusunda farklı fikirler ileri sürülse de Güneş ışınımındaki kaçınılmaz artış zaten yeryüzünü aynen ayette belirtildiği gibi kuru bir toprak haline getirecektir. Bu konu, Kuran-ı Kerim’de bildirilen geleceğe yönelik bir bilginin daha bilim tarafından doğrulandığını göstermektedir.
                                       
Biz, elbette yeryüzündeki her şeyi bir kuru toprak hâline getireceğiz.
18 (Kehf)/8



39

TARIK SURESİNDEKİ DELEN YILDIZ (Madde Jetleri)

Nötron Yıldızları,  Bunların Çıkardığı ‘’Jetler’’ ve Pulsarlar

  86 (Tarık) / 1-3
         1. Gökyüzüne ve Tarık’a yemin olsun.
         2. Tarık’ın ne olduğunu nereden bileceksin?
         3. Delen yıldızdır…            

3. ayetteki ‘’delen yıldız’’,  “Necm-i Sakıb” olarak geçmektedir.
İlk olarak Tarık suresinde bahsi geçen  ‘Necm-i Sakıb’ kavramının anlamı üzerinde durmak gerektiğini düşünüyorum. Necm ‘’yıldız’’ anlamına gelmektedir. ‘’Sakıb’’ kelimesi ise ‘’Sakb’’ kökünden gelmektedir ve ‘’sakb’’ aşağıda açıklanan anlamlara gelmektedir.   
                                                             
Sakb: (C.: Sukub) Delinme, delme. Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik.
Sakb: (C.: Sukub) İnce, uzun. Ev ortasında olan direk.                              
Sakb kökünden türeyen bir kelime olan Sakbe ise,                        
Sakbe: Çadır direği.  Oklava.
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=sakb&t=@@

Şimdi yukarıda açıklan bu tanımlamalardan yola çıkarak surede bahsi geçen Necm-i Sakıb’’ın ne gibi özellikler taşıması gerektiğini irdeleyelim. İlk olarak delinme yani delik olma, aynı zamanda ‘’delme’’ özelliği olması gereken bir cisim olmalıdır. Yapısında ‘’bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan bir delik’’ bulunması da gerekiyor. Bunun yanında ince, uzun ve ev ortasında olan direğe veya çadır direğine ve hatta oklavaya benzer yapıların da bu‘’necm-i sakıb’’da bulunması gerektiği sonucuna varabiliriz.
Peki, Evren’de bu özelliklere sahip yıldızlar veya gökcisimleri var mıdır? Evet, vardır. Bunlar nötron yıldızları, karadelikler ve bunlardan kaynaklanan “madde jetleridir.” Şimdi, bunların özellikleri hakkında aşağıdaki bilimsel kaynaklara göz atalım.
   
‘’Gökbilimcilerin 20,000 IY (ışık yılı) ötelerde keşfettikleri bir nötron yıldızının, karadeliklerin taşıdığı uzaya madde jetleri püskürtme kabiliyetine sahip olduğu ortaya çıktı.’’

‘’Karadeliklerin bir diğer çarpıcı niceliği ise, uzaya büyük enerjilere sahip madde jetleri püskürtebilmeleridir’’
‘’NASA'nın Chandra X-ışını gözlem uydusunu kullanan Wisconsin Üniversitesinden Sebastian Heinz'in önderlik ettiği bir ekip, patlayarak ölmüş yıldızların arta kalan yoğun çekirdeği olan bir nötron yıldızının, karadeliklerin relativistik hızlarla püskürttükleri jetleri ile boy ölçüşebilecek madde jetleri püskürttüğüne dair kanıtlar elde etmişlerdir’’

‘’Yeni çalışma sayesinde ilk defa karadeliklere has bir özellik olarak kabul edilen büyük çaplı jetler püskürten bir nötron yıldızı gözlemlenmiş oldu’’

‘’Madisson Üniversitesinden yardımcı doçent, Heinz'e göre: "Karadeliklerin uzun zamandır jetler püskürtmede başarılı oldukları bilinmekteydi, bu keşif ise nötron yıldızlarının da bu işi iyi kıvırdıklarını göstermiştir."

‘’Nötron yıldızı güneşimizin onlarca katı kütleye sahip bir eş yıldız ile wals yapar konumda kitlenmiştir. Kütle çekim eş yıldızdan madde çalarak spiraller halinde dönen diskler ile nötron yıldızının yüzeyine madde yağdırmakta ve bir şekilde uzaya doğru neredeyse ışık hızına yakın hızlarda madde jetleri püskürmesine sebep olmaktadır ‘’

‘’Gökbilimcilerin henüz bu madde jetlerinin neden yapıldıklarını ve nasıl üretildiklerini açıklamakta yolun başında olduğunu bildiren Heinz'e göre: " jetler gizemli madde ışınlarıdır. Bu plazma ışınları kütle aktarımı süren iç bölgeler tarafından fırlatılmaktadır."

Uluslararası katılımlı bir gökbilimci ekibi tarafından gözlemlenen jetler 3 ıy (ışık yılı) uzunluktadır fakat çapı yalnızca 10 km kadar olan bir cisimden kaynaklanmaktadır. Süper kütleli karadeliklerden püsküren jetler ise bazen milyonlarca ıy'ndan daha fazla uzaklıklara yayılabilmektedir.

Karadelikler ya da diğer nesneler tarafından püskürtülen jetlerin nasıl çalıştığının anlaşılması çok mühimdir zira Heinze'ye göre bunlar evreni ateşleyen motorlardır.

İnsanlar karadelikler ve karadelikler tarafından püskürtülen jetlerin evreni ateşlemesindeki önemini fark etmişlerdir. Bunlar devasa miktarlarda kinetik formda enerji taşımaktadırlar ve bu enerjinin yayılımı daha geniş açıdan evrendeki yapıların oluşumunda büyük büyük önem arz etmektedir
(Kaynak: Astronomy. Magazine, Çeviri: Emre Evren)    
http://www.gokbilim.com/forum/viewtopic.php?t=185&postdays=0&postorder=desc&start=60

‘’Böylece SS 433'e (gözlemlenen nötron yıldızının özel adı) ilişkin birçok sır çözülmüş oldu. Ancak asıl önemli sır hala beklemekte ve yakın gelecekte de çözülebileceğe benzememektedir. Bu sır, hidrojen gazının nasıl olup da nötron yıldızından birbirine zıt yönlerde ve inanılmayacak bir hızla fırlatıldığıdır. Tek bir doğrultuda fırlatılan gazın görsel bölgede ışınım yapan kısmı on milyar km uzunluğunda tahmin edilmiştir. Bu uzunluk, Dünya - Güneş uzaklığının yüz katıdır. Gaz jetini oluşturan enerji ise saniyede 1039 (10 üzeri 39) erg tahmin edilmektedir. Bu ise güneş enerjisinin bir milyar katıdır. SS 433 teki bu enerji kaynağı bilinmemektedir’’
http://www.istanbul.edu.tr/fen/astronomy/populer/tuhaf/tuhaf.htm



KARADELİK   JETLERİ

NASA ve İtalya'dan bilim insanları, gökadaların merkezinde bulunan dev kütleli karadeliklerin kutuplarından fışkıran parçacık fıskiyelerinin (jet) büyük ölçüde elektron ve protondan oluştuğunu belirlediler. Işık hızının %99,9 'u kadar hızlarda seyreden bu jetler karadeliğin yüz binlerce ışıkyılı ötelerine kadar uzanıyorlar ve içlerinde bulundukları gökadaya madde ve enerji taşıyorlar. Araştırmacılar, izledikleri jette 200 milyar kere trilyon kere trilyon kere trilyon kere trilyon parçacık bulunduğunu hesaplamışlar.
(NASA Basın Bülteni, 6 Ekim 2006 BİLİM veTEKNiK 10 Ocak 2007)              
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/gokbilim/s-470-10.pdf

‘’Çok ağır yıldızlar ömürlerinin sonlarına yaklaşınca çökerek bir nötron yıldızı ya da karadelik haline gelebilmektedir. Gama ışını patlamalarının ise, büyük kütleli yıldızın içinde karadelik meydana gelirken ortaya çıkan, ışık hızında hareket eden ve yüksek enerjili parçacıklardan oluşan ışıma jetlerinin oluşumu sırasında ortaya çıktıklarına inanılmaktadır.’’           
(Çeviri: Emre Evren, Kaynak: Astronomy Magazine                                                                
http://www.gokbilim.com/dergi/Index.php?s=jetler&paged=5




Gama ışınları, beta ışınlarından daha yüksek enerjili ve dolayısıyla daha girici (nüfuz edici) ışınlardır.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Gama_%C4%B1%C5%9F%C4%B1nlar%C4%B1

Görüleceği üzere, nötron yıldızlarından ve karadeliklerden çıkan jetler gama ışını içermektedir. Aynı zamanda bu gama ışınları bilinen en girici (nüfuz edici) diğer bir deyişle Tarık Suresinde de belirtildiği üzere en ‘’delici’’ ışınlardır. Işık hızına yakın hızlarda ve çok yüksek enerjili plazma halindeki maddeyi ince uzun bir demet halinde püskürtmektedir. Bu anlamda da delici özelliğe sahiptirler.


Evrende Gama Işınları
 
Gama ışınları evrenin en sıcak bölgesinde üretilen ışığın en enerjik formlarıdır. Süpernova patlamaları ya da atomların parçalanması ve uzaydaki radyoaktif maddelerin bozunmalarından üretilirler. Süpernova patlamaları, nötron yıldızları, pulsarlar ve kara delikler tüm Evren’in gama ışın kaynaklarıdır.
 
Gama ışınları Evren’in çok geniş mesafelerinden yayılarak Yerküre’ye kadar gelir ve sadece Yerküre atmosferi tarafından soğurulurlar. Işığın farklı dalga boyları Yerküre atmosferini delerek farklı derinliklere ulaşır. (80.251.40.59/science.ankara.edu.tr/sakkoyun/GammaYonTAyini.doc)

Nötron yıldızlarından ve bunların bir türü olan pulsarlardan kaynaklanan gama ışınlarının farklı dalga boyları yerküre atmosferini delerek farklı derinliklere ulaşabilmektedirler. Bu durumda delici özelliklerine bir örnek oluşturmaktadır.

Şimdi de ‘’sakb’’ kökünün diğer anlamları üzerinde duralım. Sakb kelimesinin anlamlarından biri de ‘’delinme’’ ve ‘’bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik’’tir. Nötron yıldızının merkezinde oluşan ‘’jetler’’ yukarıdaki alıntılarda da belirtildiği gibi yıldızın kutuplarından her iki yönde ışık hızına yakın hızlarda püskürtülmektedir. Bu durumda yıldızın delinmiş olduğu, ‘’bir taraftan diğer tarafa geçen” şeklinde anlayabiliriz.

Bu anlamların yanında ‘’ince, uzun’’, ‘’evin ortasında olan direk’’ sakb kökünden ek alarak türeyen ‘’sakbe’’ kelimesinin anlamı olan ‘’çadır direği’’ ve ‘’oklava’’ anlamları üzerinde duralım. Fark edileceği üzere nötron yıldızının kutuplarından her iki yönde püskürtülen madde jetleri, yukarıdaki alıntılarda da belirtildiği gibi uzunluğu 3 ışıkyılını bulan ve ancak sadece 10 km çapındaki bir gökcisminden kaynaklandığından ‘’ince- uzun’’ tanımlamasını fazlasıyla hak etmektedir. Aynı zamanda bu madde jetleri, yapıları ve görünüşleri gereği yıldızın ortasından geçen ince uzun direği çağrıştırdığı için ‘’evin ortasında olan direk’’, ‘’çadır direği’’ ve hatta ilk bakışta konuya uzak bir kavram gibi görünse de ince uzun yapısı ile madde jetlerini çağrıştırdığı için ‘’oklava’’ anlamlarının da yerinde olduğunu göstermektedir.



Yıldızların Ölümü

PROF. DR. OSMAN ÇAKMAK
Süpernova patlamasından geriye 10-20 km. genişliğinde bir çekirdek kalır. Burada, elektronlarla protonlar birleşmiş ve nötron haline gelmiştir. Yıldız artık bir nötron yumağı haline gelmiş, yoğunluğu ve çekim gücü korkunç boyutlara ulaşmıştır. Bunlara nötron yıldızı denir… Saniyede onlarca, yüzlerce dönüş yapar. Bazıları ise düzenli aralıklarla radyo dalgaları çıkarır. Bunlara da pulsar adı verilir.
http://www.zaferdergisi.com/print/?makale=469

Nötron yıldızlarının bir türü de pulsarlardır. Pulsarların en belirgin özelliği düzenli aralıklarla güçlü radyo dalgaları yaymalarıdır. Daha önce bazı kaynaklarda Tarık Suresinde Tarık olarak belirtilen yıldızla pulsar yıldızları arasında Tarık kelimesini anlamı olan ‘’vuruşlu, çarpan’’ anlamından yola çıkılarak ilişki kurulmuştur. (Tarık, Arapça "tark" kökünden türemiş bir kelime. Periyodik bir "vuruş", periyodik bir "çarpma" anlamlarını karşılayan İngilizcedeki "pulsation=vuruş, titreşim" kelimesinin Arapçadaki tam karşılığı.) Düzenli aralıklarla çıkardıkları çok güçlü radyo dalgaları onlara ‘’vuruşlu’’ olma özelliği vermektedir.

Pulsarların da bir nötron yıldızı türü olmaları ve madde jetleri çıkarabilmeleri sebebiyle Tarık suresinde konu edilen yıldızın anlamıyla ilgili Kuran mucizesini daha net ve daha kesin olarak ortaya koymaktadır. (Pulsarların da madde jeti çıkardıklarına dair bilgi için bakınız)
 http://chandra.harvard.edu/photo/2003/vela_pulsar/

Bu açıklama ve bilgilerden de, Yüce Allah’ın Kuran-ı Kerim’de herhangi bir kelime ya da tanımlamayı  (Tarık ve Necm-i Sakb) kullanırken sahip olduğu sonsuz bilgiyi ve kudreti nasıl yansıttığına tanık olabiliyoruz.




40

MEARİC:4’TEKİ 50 BİN YILDAN OLUŞAN GÜNLER
(Farklı Bir Yorum)

70 (Meâric Suresi)/ 1-9

1. Bir soran inecek azabı sordu:                       
2.İnkârcılar için; ki onu savacak yoktur,                            
3. Yükselme derecelerinin sahibi olan Allah katından.                                     
4. Melekler ve Ruh (Cebrail), oraya, miktarı (dünya senesi ile) ellibin yıl olan bir günde yükselip çıkar.                      
5.(Resulüm!) Şimdi sen güzelce sabret.                                              
6. Doğrusu onlar, o azabı (ihtimalden) uzak görüyorlar.                    
7. Biz ise onu yakın görmekteyiz.                               
8. O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olur.                            
9. Dağlar da atılmış yüne döner.

‘’Samanyolu gökadası disk çapı yaklaşık olarak yüz bin ışık yılıdır. 1 ışık yılı; ışığın bir yılda gittiği yoldur.’’   
http://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%B6kada

‘’Samanyolu’nun çapı 100.000 Işık Yılı(1 milyon trilyon km).’’
http://rasathane.ankara.edu.tr/populer/pak/Evrende_neler_var.pdf (*)


 
Karadelikler Bir Gök Kapısı mı?

Prof. Dr. Osman ÇAKMAK
Karadeliklerin tesir sahasını bir "huni" şeklinde tasvir edebiliriz. Bu bölgenin en geniş sınırı "olay ufku"dur. Bir de çekim tesirinin olağanüstü arttığı, âdeta sonsuz hale geldiği bir bölge vardır ki, burası "huninin" inceldiği uç kısmı teşkil eder ve "tekillik" (singularite)" adını alır. Tekilliğin ötesi farklı kanunların geçerli olduğu bir bölgedir. Bir kısım bilim adamının kanaatine göre karadelikler, kendi varlığı ve öz hacmi ile kendi "dışına" taşmakta; "uzay-zamanı" da beraberinde götürerek bizim âlemimize benzemeyen "farklı" bir âleme geçiş kapısı görevi görmektedir.

Kozmoloji ile ilgili eserlerinden tanıdığımız ünlü fizikçi Paul Davies bu konuda: "Uzay, çok karmaşık bir şekilde 'zamana' bağımlıdır. Uzayın 'gerildiği ve büküldüğü' gibi, zaman da 'gerilir ve bükülür." demektedir.’’

‘’Zamanın 'donarak' ebediyen durması, karadeliklerdeki tekilliğin (singularite) en belirgin özelliğidir. Zamanın durması, zamanın "sabit" kalması; fizik kanunlarının geçerliliğini kaybederek; uzayın bütün öz ve özelliğini yitirmesi ve yepyeni bir başka kâinat'ın içine girilmesi demektir. "Orası" bizim evrenimize hiç benzemeyecek, zaman, madde ve boyutlar farklı keyfiyete bürünecektir. Alıştığımız değer birimlerine sığmayacak özelliklere, fiziğin dar kalıpları ile açıklama getirmek zor görünüyor.

Kâinat dışına açılan "kapı" arayan astrofizikçiler için karadelikler umut kapısı olmuştur. Esasen paralel evrenler, "karşı" âlemlerin yani ahirete ait dünyaların varlığına işaret eden ilgi çekici bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır.’’

‘’Çok hassas ve ileri bir çekim ölçme cihazı olan Weber dedektörünü kendi galaksimiz olan Samanyolu'nun merkezine yönelttiğimizde belli şiddette bir karadeliğin bize ulaşan çekim ışımasını kaydederiz. Bu, galaksimizin tam merkezinde bir karadeliğin bulunduğuna işaret etmektedir.

Gerçekten de galaksimizin merkezinde çok şiddetli kozmik hadiseler cereyan etmektedir. Oradan alınan ışınlar merkeze yerleşmiş dev bir karadeliğin bulunduğunu göstermektedir.’’

‘’Her karadelik gibi Samanyolu merkezindeki karadelik de durmadan yutmaya devam etmekte, gitgide büyümekte ve güçlenmektedir. Yani tesir sahası gittikçe artmaktadır. Uzun kırmızı ötesi (infrared) astronomisinin tespitleri, her saniye Güneş Sistemi'nin 50 km hızla onun yutulma sahiline yaklaştığımıza göre, Dünya’nın sonu bu karadelik yoluyla mı olacak? sorusu gündeme gelmektedir.’’

Mecerra yahut Şemsü'ş-Şumus: Karadeliklerin ötesi uzayın dışına çıkabilecek tüneller olarak vasıflandırılabilen karadelikler kıyametle ilgili bazı hadislerin yorumunda bizlere ipuçları vermektedir. Bu ipuçlarıyla "Mecerra ve Şemsü' ş- Şumus" konusuna bazı yaklaşımlarda bulunabiliriz. Ayrıca uzay ve kozmos ile ilgili ayet ve hadislerin üzerinde de bu çerçevede bazı yorumlarda bulunmak mümkündür. İlk hadis müellifi olarak kabul edilen San'ani'nin kayıtlarında Peygamberimizin(s) şu sözlerine rastlıyoruz: "Bana günler sunuldu. Cuma gününü gördüm; onun güzelliği ve nuru hoşuma gitti. Orada siyah nokta şeklinde bir şey gördüm. "Bu nedir?" diye sordum. "Kıyamet onun içinde" kopacaktır" denildi. Hadisin diğer bir geliş şeklinde, "Cuma günü bir aynada bana gösterildi." denmektedir.              
(Abdürrezzak San'ani, Musannef, III/256, No. 5559, 5560)

Hadiste yer alan ve kıyametin onun içinde kopacağı belirtilen "kara nokta" ile anlatılmak istenen nedir? İslamî literatürde yer alan "Mecerra" ve "Şemsü'ş-Şumus" tabirleri ile ne anlatılmak istendiği konusunda âlimler çeşitli yorumlar yapmışlardır. Kıyamet sırasında göğün yarılacağını, kapı kapı açılacağını ifade eden ayetin (Gök yarıldığı zaman -ve hep yapa geldiği gibi- Rabbi’nin buyruğunu dinlediği zaman) tefsirinde Hz. Ali (ra)'nin göğün "Mecerra"dan çatlayıp yarılacağı, açıklaması hayli dikkat çekmektedir. (Kadı Beyzavi, II/592; ayet için bkz. İnşikak. 84/1-2). Astrofizikteki gelişmeler çerçevesinde şimdi bu haberleri daha kolay kavrama imkânına sahibiz. Bilindiği gibi karadelikler için en belirgin özellik ağ şeklinde ve sağlam bir surette tesis edilen uzayın "çatlayıp delinmesidir." Mevcut bilgilerimize göre ayetlerin vurguladığı "sema yarılmasını" şehadet âlemi olarak idrak ettiğimiz fizik dünyanın, yani uzay-zamanın değişerek farklı boyutlara kapı açılması olarak yorumlayabiliriz. Kur'an bize her zaman ipuçları vermekte ve birçok yerde de bunların "anlayan, akıl sahibi ve bilgili kimselere misal, ayet (ipucu, delil)" olduğunu tekrarlamakta
http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=5

Fark edeceğiniz üzere yükselme derecelerinin (boyutlarının)sahibi Allah katından inecek olan azab bir kıyamet manzarası oluşturmaktadır. Ayrıca bu kaçınılmaz kıyametin ineceği yükselme derecesi veya boyutuna melekler 50 bin yılda ulaşabilmektedirler. Çeşitli bilimsel kaynaklarda da dünyamızın Güneş Sistemi ile birlikte Samanyolu galaksisinin tam merkezinde bulunan dev karadeliğe doğru giderek yaklaşmakta olduğu belirtilmektedir. Bunun yanında bu karadelikler bildiğimiz fiziksel Evren’deki alışılmış kuralların işlemediği, ışığı bile serbest bırakmayan farklı bir evrensel boyut olarak tanımlayabileceğimiz fizikötesi yapılar oluşturmaktadır. (Bu karadelik daha önce bahsettiğimiz galaksi merkezindeki çubuksu yapının merkezindedir) Samanyolu’nun çapı bilimsel kaynaklarda 100 bin ışık yılı olarak verilmektedir. Bu durumda galaksinin merkezindeki dev karadelik,  Samanyolu’nun uçlarına, yarıçapı olan 50 bin ışık yılı mesafededir. Melekler ışıktan yaratılmış varlıklar oldukları için onların ışık hızı ile hareket edebildiklerini düşünürsek meleklerin Samanyolu galaksisinin bir ucundan merkezdeki bu yükselme derecelerini içerebilecek ve farklı boyutlara bir kapı oluşturabilecek dev karadeliğe ulaşmaları tam da Mearic 4. ayette belirtildiği gibi 50 bin yıl sürecektir.
 
8. O gün gökyüzü, erimiş maden gibi olur.
9. Dağlar da atılmış yüne döner.
            70 (Mearic)/ 8, 9

Bu ayetler bir kıyamet manzarası oluşturmaktadır. Gökyüzünün erimiş maden gibi olması, Dünya’nın Güneş Sistemi ile birlikte galaksi merkezine çok yaklaşması ve Samanyolu merkezindeki çok yoğun radyoaktif aktivitelerden kaynaklanıyor olabilir, dağların da çok yüksek ısıdan dolayı eriyerek atılmış yüne benzemesi doğaldır.

Galaksi merkezindeki dev karadelik tarafından emilen madde ve enerji, gökbilimcilerin tahminlerine göre ‘’kuasar’’ adı verilen, Evren’de görülen en güçlü ışınımı yayan yapılardan geri püskürtülmektedir. Diğer bir deyişle bunlar karadeliklerin karşı tarafıdır denilebilir. (özellikle galaksi merkezindekilerin olabileceği en güçlü ihtimaldir.) Yukarıda ‘’Galaksilerin Çöküşü ve Galaktik Kıyamet’’ başlığıyla belirtilen konudaki bilgiler ile İbrahim Suresi 48. ayette  ‘’ o gün yerküre başka bir yerküreye, gökler de başka göklere çevrilecek ‘’denmesi de kuasarlardan püskürtülen maddenin tekrar gaz bulutlarına, daha sonra da yıldız ve gezegenlere dönüşmesi ile uyum göstermektedir.


Alıntı
(*) The disk of the Milky Way galaxy is about 100,000 light years in diameter (one light year is about 9.5 x 1015 meters), but only about 1000 light year sthick.

http://imagine.gsfc.nasa.gov/docs/ask_astro/answers/980317b.html





41

YÜCE ALLAH’IN NURUNUN TEMSİLİ VE SAMANYOLU GALAKSİSİ
(Farklı Bir Yorum)

Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse, kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi nuruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.
 24 (Nur)/35

Bu ayette kandillik lambanın içinde bulunduğu kristal fanus olarak açıklanan şey “mişkat” olarak geçmektedir. Mişkatın içindeki lambadan ise ‘’misbah ‘’ olarak söz edilmiştir.  ‘’ Sanki bir mişkat, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir pencere. ‘’ (Elmalılı Tefsiri)

‘’MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kuran'da Güneş’e sirac denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O misbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız.’’(Elmalılı Tefsiri)

Ayette geçen kavramlarla ilgili bu açıklamalardan sonra bazı bilimsel kaynaklardaki Samanyolu Galaksisinin yapısı ile ilgili bazı alıntılara dikkatlerimiz çekilmektedir.


Samanyolu Gökadası

Gökada çekirdeği 15,000 ışık yılı çapında küresel bulge (şişkin bölge) ile çevrilmiştir. Bu şişkin bölgenin şekli küreseldir
                                                                                             
Galaksimiz sarmal şeklindedir; merkezde yoğun bir şişkinlik ile dışarıya doğru merkezi çevreleyecek şekilde uzanan 4 sarmal koldan ve merkezi çevreleyen daha az yoğun bir haleden meydana gelmektedir.’’ 
http://www.zamandayolculuk.com/cetinbal/HTMLdosya1/Gunessistemi.htm

Geçtiğimiz senelerde, Samanyolu’nun da, Andromeda’nın da “çubuklu spiral galaksi” oldukları ispatlandı. Yani, merkezlerinde yer alan galaktik öz çubuk biçiminde ve dönüp duran spiral kollar da bu çubukların iki yanından çıkıyormuş görüntüsü veriyor. Çubuklu spiral galaksilerin birçoğunda olduğu gibi Samanyolu’nda da bir aktif galaktik çekirdek var. Yani çubuğun tam merkezinde yeni yıldızlar doğuyor ve çubuğun uçlarına doğru olgunlaşarak yol alıyorlar ve genç birer yıldız olduklarında çubuğun ucundan kurtulup sarmal kollardan birindeki yerlerini alıyorlar. Sürekli yeni yıldızların oluştuğu bu galaktik merkezin bir adı da “yıldız fidanlığı”dır.
 http://www.derki.com/dergi/index.php/sayi-20/via-lactea.html

‘’Birçok sarmal galaksinin uçları, kollarının başladığı yere rastlayan çubuk biçiminde çekirdekleri vardır. Bu galaksinin de sarmal kolların sıklığına ve çekirdeklerinin büyüklüğüne göre a, b ve c sınıflarına ayrılırlar ve çubuklu galaksi olduklarının görülebilmesi için SBa, SBb ve Sbc biçimde gösterilirler. Bütün sarmalların dönmekte olduğu saptanmıştır.’’
http://www.zamandayolculuk.com/cetinbal/HTMLdosya1/Gunessistemi.htm
 




Görüleceği üzere galaksimizin merkezinde bir şişkin bölge vardır ve küresel bir şekil almıştır. Bu da ayetteki kristal fanusu yani ‘’mişkat’’ ı temsil ediyor olabilir. Ayrıca bu fanus yani mişkat inci gibi parlayan bir yıldıza benzetiliyor ve zaten bu şişkin bölge çok yoğun yıldız kümelerinden oluşuyor. Yukarıda söz edilen Elmalılı Tefsirinde de ‘’Kuran'da Güneş’e sirac denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında Güneş’in normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder...’’ şeklindeki açıklama yapılması da bu görüşü desteklemektedir.

Bunun yanında kristal fanusun yani mişkatin de içinde bulunan misbahtan (lamba) söz ediliyor. Yukarıda belirtilen sözlük anlamında açıklandığı gibi misbah,  ‘’meşale’’ ve  ‘’çıra’’ anlamlarına da geliyor. Özellikle bu anlamlarıyla düşünüldüğünde yukarıda sözü edilen bilimsel kaynaklarda bahsedilen ‘’galaksi merkezinin çubuk biçimli olması’’ ile aralarında belirgin bir çağrışım meydana getiriyor. Zira meşale ve çıra uçları yakılıp alevlendirilen çubuk biçimli yapıya sahiptir. Ayrıca galaksinin yıldızlardan oluşan spiral yani sarmal kolları da bu çubuk biçimli yapıya uçlarından bağlanmıştır ve bu halleriyle de uçları alevlendirilmiş meşale ya da çıraya benzemektedirler.

Dikkat çeken bir konu da ayette söz edilen lambanın ‘’doğuya da, batıya da nispet edilemeyen mübarek bir ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturuluyor’’ olması daha doğrusu bu şekilde temsil ediliyor olmasıdır. Galaksinin merkezindeki çubuk biçimli çekirdek ve diğer yıldızlar hidrojeni yakarak yani hidrojeni helyuma dönüştüren nükleer reaksiyonlarla ışıma yaparlar. Bahsettiğim hidrojen atomu da evrenin her köşesinde en çok bulunan maddedir. (simgesi h, atom numarası 1, atom ağırlığı da 1,00794 amu olan, tek protonlu hemen hemen hiç nötronu olmayan evrende en çok bulunan element.)     http://www.sdu-sozluk.com/sozluk.php?process=word&q=hidrojen

Bu özelliğiyle de sadece doğuya ya da batıya nispet edilemeyen bir yakıttır ve ayette ayrıca söz edilen ‘’ateş değmese bile ışık verir’’ şeklindeki tanımlama da kendiliğinden ve sürekli meydana gelen nükleer reaksiyonların sonucu oluşan ışımayı çağrıştırmaktadır. Bunların yanında ayetteki ‘’nur üstüne nurdur’’ sözü de, galaktik çekirdekteki bu yoğun nükleer aktiviteyi ve galaksi merkezindeki küresel şişkin bölge (bulge) deki yıldızların olağan üstü yoğunluğu ve bunlara ek olarak da galaksinin ince disk, kalın disk ve halo gibi büyük oranda yıldızlardan oluşan katmanlardan oluşuyor olmasına işaret olarak kabul edilebilir.
Ayrıca ayette zeytinin mübarek yani  ‘’bereketli’’ olarak nitelendirilmesi de özellikle dikkate değer bir durumdur.  ‘’ Hidrojen evrende en fazla ve en yaygın bulunan elementtir. Diğer bütün elementler başlangıçtaki Hidrojenden veya daha sonra ondan türemiş diğer elementlerden yapılmıştır. Hidrojen Evren’deki atomların% 90’dan fazlasını, toplam kütlenin dörtte üçünü oluşturur. Yıldızları oluşturan temel elementtir. Buradaki füzyon prosesiyle birleşerek Helyum atomlarının çekirdeklerini oluşturan Hidrojen atomları büyük miktarda enerji açığa çıkarır.’’
http://www.genbilim.com/index2.php?option=com_content&do_pdf=1&id=2657

‘’Yeryüzünde bugün ne varsa; ağaç, çiçek, su, kişioğlu, andıklar (hayvanlar), toprak, maden, petrol, cam gibi ne görüyorsak hidrojenden türemiştir…’’
http://www.ahmetercan.net/index.php?mod=HaberDetay&ID=150

(Bu kandil) birtakım evlerdedir ki, Allah (o evlerin) yücelmesine ve içlerinde isminin anılmasına izin vermiştir.
 24 (Nur)/36

Bu ayetteki içlerinde Allah’ın isminin anılmasına izin verdiği ve Allah tarafından yaratılan yapılar yani evler, yani içinde insanlar gibi akıl ve irade sahibi varlıklar olabilecek ve bunlar tarafından Yüce Allah’ın ismi anılarak yüceltilecek evler,  galaksileri temsil ediyor olabilir.

Son olarak bu konuyla ilgili çok ilginç gelebilecek ve çok önemli bir ayrıntıyı görelim. Fark edeceğiniz üzere yukarıdaki açıklamalarda hidrojen ve de hidrojenin enerjisi ‘’zeytin ‘’ile temsil ediliyor. (Meallerde ‘’zeytinin yağı’’ şeklinde açıklama yapılıyor olsa da ayette sadece zeytinden söz ediliyor.) ‘’Hidrojen ve hidrojen enerjisi ile bildiğimiz basit bir bitki olan zeytinin ne ilgisi olabilir’’? şeklinde akıllarda soru işareti oluşabilir. Buna verilebilecek en basit ve normal karşılanabilecek cevap, bunun sadece temsili olarak verildiği, zeytinyağının özellikle o dönemlerde yakıt olarak ve aydınlatma aracı olarak kullanıldığı’’ olabilir.
Zeytin kara suyundan hidrojen enerjisi projesi     
(Yazar Süleyman YAĞCIZEYBEK, Salı, 17 Haziran 2008) 

Zeytinyağının üretimi sırasında ortaya çıkan 'karasu'dan hidrojen enerjisi üretimi için proje hazırlandı. AB Proje Uzmanı Süleyman Yağcızeybek, zeytinyağı üreticileri için önemli bir sorun olan zeytin karasuyunu inovatif bir arıtma teknolojisi ile arıtarak, alternatif bir enerji kaynağı olan hidrojen elde edilmesine yönelik bir proje geliştirmeye karar verdiğini açıkladı.’’
http://www.kimyamuhendisi.com/index.php?option=com_content&task=view&id=431&Itemid=1

Zeytin Fabrikası Atıksuyundan Biyolojik Hidrojen Üretimi Ve Atıksu Arıtımı İçin Bu Yöntemin Uygulanabilirliği

Eroğlu, Ela Doktora, Kimya Mühendisliği Bölümü Danışmanı: Prof. Dr. İnci Eroğlu Ortak Tez Danışmanı: Prof. Dr. Ufuk Gündüz Haziran 2006, 236 sayfa Fotofermentatif hidrojen üretimi sırasında, oksijensiz koşullarda aydınlatılan bazı tür fotosentetik bakterilerin ortamdaki organik maddeleri parçalayarak hidrojene dönüştürmeleri sonucunda gerçekleştirilir. Bu araştırmada Rhodobacter sphaeroides O.U.001 ile laboratuar ve açık hava koşullarına uygun olarak tasarlanan fotobiyoreaktörlerde zeytin atıksuyundan hidrojen üretilmesi için tek ve çift aşamalı süreçler geliştirilmiştir. Seyreltilmiş zeytin fabrikası atıksuyunun (karasu) biyohidrojen üretimi amacıyla besi yeri olarak kullanılabileceği gösterilmiştir.’’   
http://hydrogen.cankaya.edu.tr/sunum/sunum9.ppt

Görüleceği üzere Yüce Allah’ın hiçbir sözü rastlantısal veya gelişigüzel değildir. Her biri sonsuz bir bilginin ve kudretin eseridir. Nur suresi 35. ayetin sonundaki ‘’ Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.’’ sözünün de ne kadar gerçek ve ne kadar anlamlı olduğunu görebiliriz.




42
YERKÜRE’NİN UÇLARINDAN EKSİLTİLMESİ

Bizim, o yerküreye gelip onu uçlarından biraz eksilttiğimizi görmediler mi?''
Allah hükmeder; O’nun hükmünü denetleyecek de yoktur. Hesabı çok çabuk görür.

13(Rad)/ 41

Gazların atmosfere kaçışına neden olan bir başka etken, Güneş rüzgârıdır.  Bu rüzgâr, Güneş’ten gelen yüklü parçacıkları içerir ve bu parçacıklar atmosferin üst katmanlarındaki moleküllerle çarpıştıklarında onlara atmosferden uzaya kaçmalarına yetecek hızı kazandırabilir. Yine, Güneş’ten ve yıldızlararası ortamdan gelen morötesi ve yüksek enerjili ışınım, atmosferin üst katmanlarındaki su moleküllerini parçalayabilir. Bu durumda, hidrojen ve oksijen ortaya çıkar. Hidrojen, en hafif gaz olduğundan, atmosferin üst katmanlarından kolayca uzaya kaçabilir.’’
(www.nadidem.net/mkpdf/db06.pdf BİLİM VE TEKNİK TEMMUZ 2006)

Rad Suresi 41. ayet ile bilimsel kaynaktaki bilgilerin uyumuna dikkat ediniz. Yerküre’nin ya da Dünya’nın uçlarından eksiltilmesi, Yerküre’nin en ucu sayılabilecek atmosferin üst katmanlarından maddelerin ve bu arada suyun da Güneş rüzgârlarının ve morötesi ışınların etkisiyle uzaya kaçmaya devam ettiği belirtiliyor. Aynen ayette açıklandığı gibi Yerküre tam da uçlarından yani atmosferin üst tabakalarından eksilmekte, diğer bir deyişle kütlesinden kaybetmektedir.

Yerküredeki su da Güneş rüzgârları ve morötesi ışınların etkisiyle uzaya kaçmakta yani sürekli eksilmektedir. Bu durum yukarıdaki bölümlerde suyun göklerden indirilmesi,  yani Dünya dışından, uzaydan gelmesi ile ilgili olan konu ve bunun Kuran’da işaret edildiği ayetlerle desteklenmektedir.
 
Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz o (yeterli) suyu depolayamazdınız.  15(Hicr)/ 22

Bu ayette de suyun sürekli eksildiği belirtilmekte ve eğer uzaydan Yüce Allah’ın takdiri ile yeterli miktarda su indirilmemesi halinde insanların yeterli suyu depolayıp muhafaza edemeyeceğine işaret edilmektedir.



 

43

AYIN PARLAK VE NURLU KILINMASI

71(Nuh)/16 Onların içinde ayı bir nur kılmış, güneşi de bir lamba yapmıştır.

25(Furkan)/61 Gökte burçları var eden, onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay barındıran Allah, yüceler yücesidir.

10(Yunus)/5 Güneşi ışıklı, ayı da parlak kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona birtakım menziller takdir eden O'dur. Allah bunları, ancak bir gerçeğe binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme ayetlerini açıklamaktadır.

Kuran’da Ay ile ilgili ayetlerde birçok kez Ay’ın nurlu ve parlak olması vurgulanmıştır. Peki, bu kadar çok bu özelliklerine değinilmesindeki hikmet ne olabilir? Yoksa Ay’ın yüzeyi camdan ya da kristallerden mi oluşmaktadır ki, sürekli onun parlak ve nurlu kılındığından bahsediliyor? Ay toprağı kehribar rengindedir ve içinde ‘’cam kürecikler’’ bulunur Bunların meteorların Ay yüzeyine düşmesiyle oluştukları sanılmaktadır.’’
http://www.e-okul.biz/ayin-yapisi-ve-hareketleri-t1808.html?s=ba5d7e4f02d7cbc388bb06203931ec6d&amp;

‘’Ay toprağı çeşitli enteresan şekillerdeki ‘’cam parçacıkları ve kristallerin’’ karışımı olup, içerisinde küçük demir meteor parçacıkları da bulunmaktadır.’’  Ercin KASAPOĞLU Pennsylvania Üniversitesi, A.B,D.
http://www.mta.gov.tr/mta_web/kutuphane/mtadergi/74_11.pdf

Allah bunları, ancak bir gerçeğe (ve hikmete) binaen yaratmıştır. O, bilen bir kavme ayetlerini açıklamaktadır.
15 (Yunus Suresi)/5




44
Gökteki Burçlar / Gökteki Burçlar
« : Eylül 23, 2010, 07:13:54 ÖS »

GÖKTEKİ BURÇLAR

Burçlara sahip gökyüzüne  85 (Buruc)/1

Gökte burçları var eden, onların içinde bir lamba (güneş) ve nurlu bir Ay barındıran Allah, çok yücedir. 25 (Furkan)/61

Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyredenler için onu süsledik. 15 (Hicr)/16


Ayetlerdeki “Buruc” İle Modern Astronominin Bulgularındaki Uyum

“Buruc”, bilindiği gibi "burc"un çoğuludur. Burc, aslında "görünen şey" demek olup daha sonraları her bakanın gözüne çarpacak şekilde görünen yüksek köşk = kasr-ı âlî manasında hakikat olmuştur. Şehir surlarının, kalelerin yüksek yerlerine de aynı şekilde burc denilmiştir.

Bunlara benzetme yoluyla veya "görünme" manasıyla gökteki yıldızlara veya büyüklerine veya bazı yıldızların bir araya gelmesinden ortaya çıkan görüntülere de burc denilmiş ve özellikle, bildiğimiz oniki burçta yani Koç, Öküz(Boğa), İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, vs. burçlarında hakikat olmuştur. Onun için astronomi ve yıldız ıstılahında burç deyimi altısı kuzeyde ve altısı güneyde olan bu onikisi için kullanılmış, diğerlerinde ise "suret" tabiri kullanılmıştır.

Gökte bu oniki burcun bulunduğu sahaya "mıntıkatu'l-buruc" yani burçlar kuşağı (Zodyak) ismi verilir.”
(Elmalılı Tefsiri) http://www.kuranikerim.com/telmalili/buruc.htm

Zodyak Burçlar Kuşağı: Zodyak, ekliptiğin iki yanında, aşağı yukarı 18 derece genişliğinde, içinde Güneş'in ve gezegenlerin döndüğü bir gök kubbe kuşağıdır. Ekliptik, Dünya’dan bakan birinin gözüktüğü şekliyle Güneş'in Yeryüzü çevresinde bir yılda çizdiği görünür yörüngesidir.


Halk arasında, zodyak (burçlar kuşağı) üzerinde yer alan 12 takımyıldıza ortak olarak “burçlar” adı verilmiştir. Zodyak, gökyüzünde güneş ve başlıca gezegenlerin yolu üzerinde bulunduğu tasarlanan hayali bir kuşaktır. Burçlar kuşağı olarak da bilinmektedir.   
http://www.turkansiklopedi.com/kultur/160-burclar-ve-astroloji/16295-takimyildiz.html

Yukarıdaki bilgi ve grafiklerden anlaşılacağı üzere, “buruc” kelimesi burc kelimesinin çoğulu olarak burçları ifade etmektedir. Burçları, günümüz dillerindeki kullanımda ve hatta antik dönemlerde bile, tamamını çoğul olarak ifade etmek için kullanılan kavram ise “Zodyak”tır. Yukarıda verilen Kuran ayetlerinde geçen “buruc” kavramının yerine “Zodyak”ı koyduğumuzda, modern astronomi biliminin bulgularıyla çok ilginç bir şekilde uyuşan durumlar ortaya çıkmaktadır. Zodyakın en önemli ve temel özellikleri, yıldız gruplarından oluşması ve bir halka (çember) şeklinde olmasıdır. Ayrıca yukarıdaki eski çağlarda astrolojiyle uğraşanları simgeleyen resimde de Zodyak, yıldızlardan oluşan bir halka şeklinde tasvir edilmiştir. Bunun yanında en geçerli tefsir kaynaklarından biri olarak kabul edilen Elmalılı Tefsirinde de “buruc” kavramının burçlar kuşağı Zodyakı ifade ettiği belirtilmiştir. Ayetlerdeki burçları ifade eden buruc kavramının yerine bu temel özellikleri koyarsak söz konusu ayetleri şu şekilde de anlamlandırabiliriz:

Buruc 1. ayet: Halka şeklindeki yıldız gruplarına (takımyıldızlar) sahip gökyüzüne…

Şimdi, inceleyeceğimiz konu, mutlak anlamda Kuran mucizesi ortaya koyduğu iddiasında olan bir husus olmayabilir. Ancak, Kuran-ı Kerim’deki anlatımlarla bilimsel bulguların yani gerçeklerin nasıl birebir örtüştüğünü ortaya koymaktadır.

Şu halde denilebilir ki; burucun Zodyaktan dolayı halka şeklini almış yıldız grupları şekilde açıklanması normaldir. Zodyak da zaten varsayımsal ve hayali bir kuşaktır, göklerde yani, Dünya’yı çevreleyen uzayda yıldızlardan oluşan halka şeklini almış yapılar var mıdır ki Kuran ile bilim arasındaki uyumdan bahsedilebilsin?!

Peki; ya varsa?.. Gould Kuşağı: Galaksi düzlemine ~20 derece eğimli, Orion ile Scorpius takımyıldızları arasında bulunan çok parlak yıldızların oluşturduğu bir bant   
http://www.istanbul.edu.tr/fen/astronomy/galaxy/galaktikcevre.pdf

Güneşin galaksi içindeki hareketi geçen birkaç milyon yıl içerisinde düşük yoğunluklu yıldızlararası ortama sahip Gould Kuşağı içinde yolculuk ettiğini göstermektedir.   
http://www.istanbul.edu.tr/fen/astronomy/populer/cevre/cevresi.htm

Gould Kemerinin kaynağı konusunda teoriler bulunmaktadır bu teorilerden birine göre asıl hikâye bundan milyarlarca yıl önce başlıyor. (Comeron & Torra 1994, AA, 281, 35).

Gökadalar arası uzay boşluğunda başıboş ilerleyen yüksek enleme sahip devasa bir HI gaz ve toz bulutu gözüne kestirdiği gökadamızın sarmal kollarından birisine 50 milyon yıl önce bindirmesi sonucu çarpışma bölgesindeki sarmal kol üzerindeki gaz sıkışmaya başlıyor ve kompozisyonları, kinematikleri hatta yaşları bile aynı olan ve her bakımdan gökada yıldız popülasyonundan çok farklı binlerce parlak sıcak yıldız kaynamakta olan su üzerindeki kabarcıklar gibi filizlenmeye başlıyor.

Günümüzde Gould’un kemeri kabaca 2000 IY çapında ve birçok OB yıldız birliği, X-ışını yayan genç düşük kütleli yıldızlar, yıldızlararası moleküler gaz ve tozdan oluşan 1 – 2 milyon güneş kütlesinde ve sürekli genişleyen elipsvari bir halkadır. Güneş sistemimizin gökada sarmal kolları üzerindeki yolculuğu sayesinde şans eseri bu ilginç yapının merkezine yakın bir bölgeden geçiş yapmaktadır.

Gould’un tanımlamasında parlak yıldızlardan oluşan devasa bir çemberin gökyüzünde bir bant oluşturduğunu ve Samanyolu ile Güney Haçı bölgesinde kesişerek tüm mevsimler boyunca belirgin olduğunu bildirmiştir.

Gould’un kemeri gökyüzünde birçok takımyıldız içinden geçmektedir. Gökadamız Samanyolu’nun sarmal kollarının bulunduğu galaktik düzlem ile yaptığı yaklaşık olarak 20 derecelik eğiklik sayesinde gökyüzünde Argo, Pupa, Erboğa, Kurt, Yay, Akrep, Kraliçe, Sefe, Çalgı, Yılancı, Orion, Boğa, Büyük köpek, gibi takımyıldızlara adeta parlak mavi beyaz ve kırmızı süperdev hazineleri ile can vermektedir. Gould’un kemeri olmasaydı, Yay ve Akrep takımyıldızlarındaki birçok yıldız gökadanın karanlık ve tozlu bölgelerinde arka planda sönümlenmiş biçimde görülecek ve ne muhteşem kırmızı dev Antares ne de büyüleyici Akrep-Erboğa (Sco-Cen) yıldız birliği biz gökyüzü tutkunlarının teleskoplarına renkli ziyafetlerini sunmayacaktı.
2003 yılında Paris Üniversitesinden Christophe A. Perrot ve Isabelle A. Grenier’in çalışmalarında Gould’un kemerinin 2400’e 1500 Iy genişlikte yayılan bir elips halka olduğunu ve güneşimizin de bu halkanın merkezinden hafifçe uzakta bulunduğunu belirtmişlerdir.
http://www.gokbilim.com/forum/viewtopic.php?f=2&t=3397

Özellikle şu ayete dikkat çekilmelidir;

Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve seyredenler için onu süsledik.
15(Hicr: 16)

Bu ayetteki ifadeye göre yukarıda bahsi geçen şu bilgileri tekrar değerlendirelim:“Gould’un kemeri olmasaydı, Yay ve Akrep takımyıldızlarındaki birçok yıldız gökadanın karanlık ve tozlu bölgelerinde arka planda sönümlenmiş biçimde görülecek ve ne muhteşem kırmızı dev Antares nede büyüleyici Akrep-Erboğa (Sco-Cen) yıldız birliği biz gökyüzü tutkunlarının teleskoplarına renkli ziyafetlerini sunmayacaktı.”
Şimdi de şu ayete ve yukarıda bahsi geçen bilgilere Kuran’ın anlatımları ve bilim arasındaki uyum açısından tekrar bakalım.

Furkan 61: Gökte burçları var eden, onların içinde bir lamba (Güneş) ve nurlu bir Ay barındıran Allah, çok yücedir.

“2003 yılında Paris Üniversitesinden Christophe A. Perrot ve Isabelle A. Grenier’in çalışmalarında Gould’un kemerinin 2400’e 1500 Iy (ışık yılı) genişlikte yayılan bir elips halka olduğunu ve güneşimizin de bu halkanın merkezinden hafifçe uzakta bulunduğunu belirtmişlerdir.”

Dünya Göğünün Kandillerle Donatılması ve Gould Kuşağı:

Mülk Suresi 5.ayet ve Fussilet Suresi 12.ayette bahsedilen “Dünya göğünün kandillerle donatılması” olayı ile bu bölümde açıklanan Gould Kuşağı’nın oluşum ve özellikleri dikkate alındığında, yine yukarıda açıklanan durumlara benzeyen ilginç bir uyum göze çarpmaktadır. Daha önceki bazı bölümlerde de bahsedildiği üzere, Dünya göğünün kandillerle donatıldığından bahsedilmesi için öncelikle Dünya’nın hâlihazırda var olması gerekliliğini ve ancak bu şekilde Dünya’nın göğünden bahsedilmesinin mümkün olabileceği doğal olarak akla gelmektedir. Sonuç olarak Dünya daha önce oluşmuşken, çok yoğun bir yıldız oluşumu meydana gelmiş olmalıdır. Bundan, Dünya çevresinde başka hiçbir yıldızın bulunmadığı sonucunu çıkarmamalıyız. Ancak, ayetlerde geçen “donatılma, süslenme” gibi bir olayın gerçekleşebilmesi için var olanlara ek olarak çok yoğun bir yıldız oluşumunun Dünya çevresinde gerçekleşmiş olması gerekir. Yukarıdaki Gould Kuşağı (Gould Kemeri) ile ilgili açıklamalarda da bu durumu doğrulayan bilgiler verilmiştir. Özellikle de yoğun yıldızlardan oluşan Gould Kuşağının, bir gaz ve toz bulutunun galaksimizin sarmal kollarından biriyle 50 milyon yıl kadar önce çarpışması yoluyla oluşmuş olması çok önemli bir bilgidir. Dikkat edilirse, bu olayın 50 milyon yıl önce gerçekleştiği tahmin edilmektedir. Dünyamızın yaşının yaklaşık 4,5 milyar yıl olduğu göz önüne alındığında, bahsedilen kandillerle (yıldızlarla) donatılma olayının Dünya’nın oluşumundan çok sonra gerçekleştiği hemen fark edilebilir.




45
GÖKLERDEKİ RIZIKLAR

Rızkınızla size vaadolunan şey göktedir.
51(Zariyat)/ 22

De ki: "Size göklerden ve yerden rızık veren kimdir?"
4(Sebe)/24

Size ayetlerini gösteren, sizin için gökten bir rızık indiren O'dur.
40(Mü’min)/13
 
Bu ayetlerde rızıkların yağmur ve Güneş ışığından daha geniş bir kapsamı olan gıdaların asıl kaynağının gökler olduğu belirtilmektedir. 120 çeşit molekül ve su içeren ''molekül bulutları'' ile göktaşları ve kuyruklu yıldızlar bu gıdaların dünyaya taşınmasında önemli rol oynamış olabilirler. Ayrıca şu kaynaktaki bilgilere de ayetlerin ne anlam ifade ettiği hakkında bir fikir verebilmektedir. Bilindiği üzere planktonlar okyanuslardaki besin zincirinin temellerinden birini oluşturmaktadır.

Uzay kaynaklı tozlar, okyanuslarda zincirleme olayları başlatabilecek çok miktarda demir içeriyor. Demirin bir kilosu, plankton miktarında birkaç tonluk artışa neden olabiliyor.
(Atlas Dergisi SELCEN PİRGE / Temmuz 2007, sayı 172



UZAYDA SU

Gökten belli ölçüde bir su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk. Elbette ki biz, onu gidermeye de gücü yetenleriz.
23(Mü’minun)/18

Suyun Göklerden İndirilmesi:

Özellikle bu ayetteki ''su'' ve diğer birçok ayetteki su kelimesi bugüne kadar hep ''yağmur'' olarak düşünülmüştür. Ancak bu ayetteki suyun yeryüzünde durdurulması yağmur suyunun toprağın üzerinde durması anlamında düşünüldüğünde pek de mantıklı görünmemektedir. Çünkü toprağa veya herhangi bir yere düşen yağmur suyu orada kalıcı olamaz; ya buharlaşarak gökyüzüne çıkar ya da toprağın altına süzülür. Ayrıca, eğer Dünya Güneş’e biraz daha yakın olsaydı gökten inen su sürekli ancak buhar halinde kalabilecek ya da Güneş’e biraz daha uzak olsaydı sürekli buz halinde olacaktı. Suyun yeryüzünde tutulması ve onu gidermeye kadir olunmasının anlamı bu şekilde düşünüldüğünde daha net ortaya konmaktadır. Birçok ayette yağmurdan ayrıca bahsedilmekte iken, bazı ayetlerde ise yağmur yerine gökten indirilen sudan bahsedilmektedir. Ayetlerde kastedilen yağmur olduğunda bu açıkça yağmur olarak belirtilmektedir. Örneğin Nur suresi 43. ayette yağmuru oluşturan bulutlardan ve bunlardan yağan yağmurdan söz edilir. Bu surede yağmur su olarak değil, Arapçadaki yağmur anlamına gelen “el vedka’’ kelimesiyle geçmektedir. Bununla birlikte ancak gökten indirilen suyun Dünya dışından, yani uzaydan gelmiş olabileceği düşünüldüğünde ise ayetin anlamı daha net olabilmektedir. Dış uzaydan molekül bulutlarından ya da buz halinde su içeren kuyruklu yıldızlar yoluyla Dünya’mıza taşınmış olabileceğine dair güçlü bilimsel verilere ulaşılmıştır.

O (Rabb) ki yeri, sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirdi, onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı.
2(Bakara)/ 22

Gökten mübarek bir su indirdik. Onunla bahçeler ve biçilecek ekinler bitirdik.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                      50 (Kaf)/9

O, gökten bir ölçü ile su indirdi. Biz onunla ölü bir ülkeyi dirilttik...
43(Zuhruf)/ 11

Şimdi bilimsel kaynaklardan tespit ettiğimiz şu alıntılara dikkat edelim.

Uzayda Su

Su, yalnızca gezegenimize ve Güneş sistemine özgü bir molekül değil, çok daha uzaklarda, uzayın derinliklerinde de su vardır.

Hidrojen, Evren’de en çok bulunan bir element'tir. Oksijen ise yıldızlarda oluşuyor ve süpernova patlamaları ile Evren'in her yanına saçılıyor. Bu iki element, yıldız oluşturan bulutsularda bir araya geliyor ve önemli miktarda su oluşturuyorlar. Zamanla bulutsular yoğunlaşarak gezegenlere, kuyrukluyıldızlara ya da başka gökcisimlerine dönüşüyorlar.

Su Kaynağı “ORİON BULUTSUSU”

Gökbilimciler, bir yıldız fabrikası olan Orion Bulutsusunun, her 24 saatte bir, Dünya'nın okyanuslarını dolduracak miktarda su oluşturduğunu keşfettiler. Gökadamızda, bu tür bulutsuların sayısının milyonlarca olduğu düşünülüyor. Bu bulutsular, durmadan su oluşturuyorlar. Radyo gökbilimciler, gökadamız Samanyolu dışındaki bazı gökadalarda da suyun izlerini gözlediler.

Uzayın Derinliklerinde Su

1996'da, astronomlar, uzayın derinliklerinde su buldu. Astronomlar uzun süredir, 'suyun yıldızların ve gezegenleri oluşumunda' önemli bir rol oynadığını düşünüyorlar. Avrupa Uzay Ajansı'nın Kızılötesi Astronomi Uydusu'nun fırlatılması, ilk kez, 2600 ışık yılı uzakta bulunan Cygnus takımyıldızının karbonca zengin nebulası, suyun varlığının kanıtlanması için, astronomlara olanak sağladı. Nebula, yıldızlar arası karışık gaz yığını ve gezegenlerin oluştuğu yer olarak düşünülen toz bulutsusu (kümesi). Bu araç, ayrıca dev yıldız Hydra'daki su buharını ortaya çıkardı. O zamandan beri, astronomlar çeşitli diğer kaynaklarda suyu gözlemleyebildiler.

Yeryüzünün Suyu Nebulalardan mı?

Yeni bir radyo teleskopu, yıldızlar arasındaki çok büyük gaz ve toz bulutlarında su buldu. Bulutlu atmosferin 400 mil üzerindeki yörüngede dolaşan The Submilimeter Wave Astronomy Satellite (SWAS), astronomlara, uzaydaki suyun ilk net görüntüsünü verdi.

Yıldızlar arası toz bulutları, ömürlerini tamamlamış ve patlamış olan eski nesil yıldızların küllerini içerir. Bunlar aynı zamanda yeni nesil yıldız ve gezegenlerin kaynağını teşkil eder.
Astronomlar, yeryüzündeki suyun bir kısmının, yıldızlararası toz bulutlarındaki sudan gelmiş olabileceğine inanıyor.  (Dr. Bahri Güldoğan )
http://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/hayatioz_su/su4.asp

Dünya’ya Su Nereden Geldi?

Yaklaşık olarak yeryüzünün %71'i okyanuslarla çevrilidir. Dünya'daki suyun toplam hacmi; 1.398.898.300 km³'tür. Buna buzullar, nehirler, göller, yeryüzü suları ve atmosferik su da dâhildir.
Suyun oluşumu, Dünya'nın oluşum ve değişim sürecine yakından bağlıdır. Ancak, Dünya'nın ve suyun bu oluşum süreciyle ilgili farklı görüşler bulunmaktadır.

Bilinen genel görüş, Dünya'nın başlangıcında suyun iki temel etkenle ortaya çıktığı şeklindedir. Birincisi, yanardağlardan fışkıran gazlarla birlikte su buharının da çıkması ve bu su buharının bulutları, ardından da yağmurları oluşturmasıdır. İkincisi ise buzullardan oluşan küçük kuyrukluyıldızların ve donmuş asteroitlerin Dünya'ya çarpmalarıdır. O başlangıç aşamasından bugüne kadar ise su, 'devri daim' yaparak Dünya'da dolaşmaktadır.
  
Yeni Kuram; Suyun Kaynağı Kuyruklu Yıldızlar
 
Yeni teorilerden biri, Dünya'nın başlangıçta, belki de hiç su içermediği ve belki de suyun tümünü kuyrukluyıldızlar ve sulu asteroitlerden almış olabileceği tezidir. Bu kuyrukluyıldızların kaynağı ise Neptün yakınlarındaki Kuiper Kuşağı ve Oort Bulutları bölgesidir. Bu bölge, Güneş Sistemi'nin soğuk, uzak bölgelerini çevreleyen ve trilyonlarca kilometre uzaklıktaki bir kuyrukluyıldızlar kuşağı yahut kuyruklu yıldız kümesidir.
 
Burada bulunan gökcisimleri, birer kirli kartopunu andırıyorlar. Kuyrukluyıldızların kaynağı olan bu cisimler, taş ve toz parçalarının yanı sıra, katı hale gelmiş metan, amonyak gibi molekülleri ve önemli ölçüde su buzu içeriyorlar.

NASA Verileri Kuramı Destekliyor

1986'da, Halley kuyruklu yıldızının, su buharından oluşmuş atmosferindeki D (Döteryum) / H (Hidrojen)  oranını ölçme olanağı elde edilmiştir. Kuyrukluyıldızın atmosferinin ortasından geçen Giotto uzay sondasına yerleştirilmiş olan kütle spektrometresi ile D/H oranının, 1/10.000 dolayında olduğunu kestirilebilmiştir. Bu ise Dünya atmosferindeki orana oldukça yakın bir değerdir.

1997'de NASA'nın ortaya attığı uydu verileri, Frank'ın görüşünü destekler nitelikteydi. Veriler, Atmosfer'in üst kısımlarında, o zamana kadar geçerli olan kuramların öngördüğünden çok daha fazla su olduğunu ortaya koymuştu. Bunun akla en uygun açıklaması ise atmosfere sürekli giren buz yüklü kuyruklu yıldızlardan kaynaklanan su buharı olabilirdi.

NASA'nın gözlediği ve 2000 yılının Temmuz ayında, Güneş'e yaklaşırken parçalanan LİNEAR kuyrukluyıldızı, bu yeni suyun kuyruklu yıldızlardan geldiği kuramına büyük destek sağlayan ilk örnek olmuştur. Çünkü bu kuyrukluyıldız, Dünya'daki suyla aynı izotopik bileşime sahip olduğu ifade edilen ilk kuyrukluyıldızdı. Taşıdığı su miktarı, 3,6 milyon ton olarak hesaplanan ve yaklaşık 1 kilometre çapındaki LİNEAR, kendi türünden kuyrukluyıldızların taşıyabileceği su miktarını göstermesi bakımından bir ilkti…

Son görüntülerin, parazit olasılığını ortadan kaldıran bir teknik kullanılarak, yeryüzünden, optik bir teleskopla alınmış olması, kuramı güçlendirici bir nokta olarak değerlendiriliyor.
 http://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/hayatioz_su/su3.asp

Biz, rüzgârları aşılayıcı olarak gönderdik ve gökten bir su indirdik de onunla su ihtiyacınızı karşıladık. (Biz bunları yapmasaydık) siz onu (yeterli) suyu depolayamazdınız.
15 (Hicr)/22

Bu ayette de gökten su indirilmesinde rüzgârların etkisinden bahsediliyor. Bazı bilimsel kaynaklarda da ''güneş rüzgârı''nın kuyruklu yıldızlardan suyun ayrılmasındaki rolü açıklanmaktadır.

Güneşin korona tabakasından gezegenler arası ortama yayılan elektrik yüklü taneciklerin oluşturduğu etkiye Güneş Rüzgârı adı verilmektedir. Güneşe yaklaşan kuyruklu yıldızların kuyrukları bu rüzgârın etkisi ile güneşe ters yönde uzanırlar. Güneş Rüzgârı, proton, elektron ve %5 kadar helyum çekirdeği ile az miktarda daha ağır atomlardan oluşmuştur.
http://www.uydukurdu.com/forum/showthread.php/evren_astronomi_ve_uzay-82789.html?s=e7f811e484a799abfe624c911c45674e&amp;

http://www.fenforum.gen.tr/evren-astronomi-ve-t2106/index.html?s=42db869f69668c7d1cb3411e01b5bcb9&amp;p=5682

Kuyruklu yıldızlar üç bölümden meydana gelir; çekirdek, saç ve kuyruk. Çekirdeğin büyüklüğü çok değişiktir… Çekirdeğin yapısında daha çok su buzu ve kaya gibi katı maddelerle hidrojen, karbon, azot ve oksijen gibi hafif maddeler bulunur. Kuyruklu yıldız, Güneş’e yaklaşırken sıcaklık tesiriyle çekirdekteki bu maddelerin bir kısmı katı durumundan gaz durumuna geçer ve çekirdek etrafında kuyruklu yıldızın saçı adı verilen, çok az yoğunlukta bir çeşit atmosfer meydana gelir. Güneş ışığının ve Güneş rüzgârının tesiriyle bu atmosferden ayrılan gaz ve toz partikülleri, Güneş’in aksi istikametinde çekirdekten uzaklaşırlar. İşte kuyruklu yıldızın kuyruğu dediğimiz şey, çekirdekten kopan bu parçacıklardır.

Görüldüğü gibi, dünya atmosferindeki bildiğimiz rüzgârın yerini Güneş rüzgârları almış ama ayetin anlamındaki bütünlük ve gerçeklik bozulmamıştır.

68. İçtiğiniz suya baktınız mı?  
69.  Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?
                  56(Vakıa)/68,69

Kısaca hatırlatmak gerekirse, Oort Bulutu, kuyruklu yıldız deposu olarak adlandırılabilecek bir oluşumdur. Oradaki cisimlerden biri tedirginliğe uğrayacak olursa, içeriye, yani Güneş’e doğru düşmeye başlayacaktır. Daha sonra başına çok çeşitli şeyler gelebilir. Güneş’in etrafında bir tur atıp binlerce veya milyonlarca yıl tekrar görünmemek üzere Oort Bulutu’na geri dönebilir.''
http://www.ido-forum.org/uzay-astronomi/142736-gezegenlerin-otesinde.html

Kuyruklu Yıldız Bulutu (Kümesi)
                                                      Güneş Sistemi'nin oluşumuyla ilgili kuramlara göre, bu kuyruklu yıldızlar da, Güneş ve gezegenlerin içinde oluştuğu gaz ve toz bulutundan ortaya çıkmışlardır. Daha sonra Jüpiter ve Neptün gibi dev gaz gezegenlerinin, bugün bulunduğu soğuk bölgelerde toplanmışlardı. Ancak gaz devlerinin kütle çekim etkisi, bunları Güneş Sistemi'nin dışına; kimini Oort Bulutu'na, kimini de yıldızlararası boşluğa fırlatmıştı. Oort Bulutu, geçmekte olan bir yıldızın kütle çekim etkisi gibi etkilerle hareketlenerek, bazı kuyrukluyıldızlarını yeniden Güneş Sistemi'nin iç kısımlarına doğru püskürtüyordu.
http://www.yaklasansaat.com/dunyamiz/hayatioz_su/su3.asp

Dünya’daki atmosferde oluşan rüzgârların yerine Güneş rüzgârlarını, atmosferdeki bulutların yerine ise Dünya dışındaki gaz ve toz bulutlarını ele alırsak, Yerküre’ye su taşıyan kuyruklu yıldızların asıl kaynakları bu bulutlar (Oort Bulutu gibi) olduğunu ve ayetlerin neyi ifade ettiğini daha iyi anlamış oluruz.
Ayrıca Vakıa suresi 68. ayette ‘’İçtiğiniz suya baktınız mı?’’ diye sorulması ile yukarıda da belirtildiği gibi NASA'nın gözlediği ve 2000 yılının Temmuz’unda ortaya çıkan yeni bir bilgiyle tam bir uyum sağladığını görebiliriz.

“Güneş'e yaklaşırken parçalanan LİNEAR kuyrukluyıldızı, bu yeni 'suyun kuyruklu yıldızlardan geldiği kuramına büyük destek sağlayan ilk örnek olmuştur. Çünkü bu kuyruklu yıldız, Dünya'daki suyla aynı izotopik bileşime sahip olduğu ifade edilen ilk kuyruklu yıldızdı.’’

Yani, içtiğimiz suyu incelediğimizde izotopik bileşiminin kuyruklu yıldızın geldiği buluttaki  (Oort Bulutu’ndaki) suyla aynı olduğunu görebileceğiz anlamı çıkmaktadır. Vakıa Suresi 69. ayette de buluttan indirilmesinden bahsedilmesi bu durumu destekliyor. Tabii ki bu anlamlar, ayetlerin ilk algılanabilen anlamlarının, yani bildiğimiz buluttan yağmur suyunun indirilmesi ile uzaydaki bulutumsu cisimlerden Dünya’ya gelen su olarak da algılanabilecektir. Ayrıca Kuran’da bahsi geçen Nuh Tufanı’nın ne şekilde gerçekleşebilmiş olabileceği konusunda da kuyruklu yıldızlarla taşınan suyun etkili olabileceği şu ayetlerle işaret edilmektedir.
 
Biz de bunun üzerine gök kapılarını boşanan sularla açtık.
Yeryüzünde kaynaklar fışkırttık; her iki su, takdir edilen bir ölçüye göre birleşti.

54(Kamer)/11, 12




GÖKTEKİ DAĞLARDAN İNEN DOLU (BUZ KÜTLELERİ)

Görmez misin ki Allah bir takım bulutları (çıkarıp) sürüyor; sonra onları bir araya getirip üst üste yığıyor. İşte görüyorsun ki bunlar arasından yağmur çıkıyor. O, gökten, oradaki dağlardan (dağlar büyüklüğünde bulutlardan) dolu indirir. Artık onu dilediğine isabet ettirir; dilediğinden de onu uzak tutar; (bu bulutların) şimşeğinin parıltısı neredeyse gözleri alır!
24(Nur)/43

Yukarıdaki ayette geçen “gökten, oradaki dağlardan” benzetmesi çok ilginç bir anlatımdır. Bu benzetim aynı zamanda önemli bir gerçeğin de ifadesini içermektedir. Gökte yani uzayda gerçekten de dağlar kadar büyük ve tam da dağları andıran kütleler dolaşır. Bunlar kuyruklu yıldızlardır. Bu kuyruklu yıldızlar büyük oranda buzdan oluşurlar. Ayette bahsedilen dolu da zaten buz kütlelerinden oluşur. Bu dağlar gibi buz kütleleri zaman zaman Dünyamıza da isabet edebilmektedirler.

Bir kuyruklu yıldız, kirli buz, toz ve gazdan oluşur.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/merak_ettikleriniz/index.php?kategori_id=1&soru_id=483

Kuyruklu yıldızlar aslında 10-100 km. çapında buz ve kaya karışımı cisimlerdir. Bu buz ve kaya karışımı çekirdek, Güneşe yaklaştıkça üzerinden buharlaşan su, arkasında bir iz bırakmasına ve bu yüzden kuyrukluyıldız olarak adlandırılmasına sebep olmuştur.

Kuyruklu yıldızlar genel olarak 5-20 km çaplı, su, amonyak ve metan buzu ile toz (silisyum) karışımından oluşmuş kirli kartopu görünümündedirler. Bu ana parçaya "çekirdek" adı verilmektedir. Bu cisim Güneş'e yaklaştıkça, Güneş'in ısı etkisi altında buzları erimeye ve buharlaşmaya başlar. Buharlaşma sonucu serbest kalan toz ve gaz parçacıkları çekirdeğin etrafında yoğun ve parlak bir bulut oluşturur. Bu buluta kuyrukluyıldızın "saç" bölgesi denmektedir. Kuyrukluyıldız Güneş'e daha da yaklaşınca bu sefer Güneş'in ışınım basıncı etkisi sonucu saç bölgesindeki toz ve gaz, çekirdeğin peşi sıra bir kuyruk oluşturur. Bu kuyruk oluşum nedeni gereği her zaman Güneş'in aksi yönünde uzanır. Böylece çekirdek Güneş'e yaklaştıkça daha büyük boyutlu bir kuyruk oluşturur ve kuyrukluyıldız çıplak gözle dahi görülebilir hale gelebilir.
http://www.fiziksemineri.com/astronomi/kuyyil.html

Orta Doğu Teknik Üniversitesi Amatör Astronomi Topluluğu üyesi Tunç Tezel, Perse göktaşlarının, 'Swift-Tuttle' kuyrukluyıldızından arta kalan döküntülerden oluştuğunu belirtti. Toz ve buz atıklarının 'yıldız kayması'na benzediğini söyleyen Tezel şöyle dedi:…

...Swift-Tuttle kuyrukluyıldızının yörüngesi Dünya'nın yörüngesiyle neredeyse çakışıyor, ama Dünya'ya çarpması gibi bir olasılığın bulunmadığı hesaplanıyor. Kuyrukluyıldız toz ve buz atıklarını arkasında bırakırken, bunlar yörüngesi boyunca dağılıyor. Toz ve buz atıkları her ağustos ayında atmosfere giriyor, 'kayan yıldız' gibi görünüyor."
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=45059

Danimarkalı araştırmacılar, 1908 yılında Sibirya üzerinde meydana gelen ve 500 hektar ormanı yok eden patlamaya, Dünya yakınlarından geçen bir kuyruklu yıldızdan kopan büyük bir parçanın yol açmış olabileceğini açıkladılar.

Araştırmacılara göre "Tunguska Olayı" 1-10 milyon ton ağırlığında bir buz kütlesinin orman üzerinde patlamasıyla meydana gelmiş. Rasmussen, buz kütlesinin, her 3,3 yılda bir Dünya’nın yanından geçen Encke Kuyrukluyıldızı’ndan koptuğu görüşünde.
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/cevre/2000-01-14.pdf
 

Tunguska olayı, 30 Haziran 1908 günü sabah saat yaklaşık 7:45 sularında Sibirya'nın orta kesimlerindeki Podkamennaya Tunguska Irmağı yakınlarında oluşan büyük gök patlamasının adıdır.

Patlama 10-15 bin tonluk bir dinamit kütlesinin patlamasına eşdeğerdi. Kesin olmayan verilere göre patlamanın nedeninin, bir kuyrukluyıldız parçasının ya da meteorun Yer'e çarpması olduğu sanılmaktadır. Cismin atmosfere yaklaşık 100.000 km/h hızla girdiği ve ağırlığının 100.000 ile 1.000.000 ton arasında olduğu varsayılmaktadır.

Patlama bölgesi ilk olarak Rus bilim adamı Leonid Alekseyeviç Kulik tarafından 1927-1930 yılları arasında incelendi. Olayı uzaktan gözleyenler önce bir ateş topu gördüklerini ve ardından yer sarsıntısıyla birlikte, güçlü sıcak rüzgârların oluştuğunu söylediler. Avrupa'daki sismograflar, patlamanın neden olduğu sismik dalgaları saptadılar. Patlamanın alevleri yaklaşık 800 km uzaktan görülmüştü. Cisim atmosferde buharlaştığından çevreye çeşitli gazlar yayılmış ve olaydan belli bir süre sonra bile Sibirya ve Avrupa'da geceleri gökyüzünün parlak bir renk almasına neden olmuştur.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Tunguska_olay%C4%B1

Yukarıdaki bilgilerde, ayette geçen “şimşeğinin parıltısı gözleri alır” ifadesini destekleyen kısımlar vardır. Tunguska olayında oluşan patlamanın çok güçlü olması, alevlerinin yüzlerce kilometre uzaklıktan görülebilmesi ve uzun bir süre gökyüzünün parlak bir renk alması güçlü bir ışımanın belirtileridir. Üstelik ayette “Allah onu dilediğine isabet ettirir dilediğinde uzak tutar” denilmesi bunun çok etkili bir olay olduğunun değişik bir tarzda ifadesidir.




46
DÜNYA’NIN YUVARLAKLIĞINA VE EVRENDEKİ DÖNGÜSEL HAREKETLERE
KURAN’DAN İŞARETLER

Dünya’nın yuvarlaklığına ve hatta geoit şekline işaret olarak değerlendirilebilen bazı ayetler vardır. Ancak, bu başlık altında genel olarak bilinen bu ayetler dışında şimdiye kadar bu şekilde değerlendirilmediğini düşündüğümüz bir ayetten bahsedeceğiz.

Yeryüzünü size boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'nadır.
67(Mülk)/15

Dikkat ederseniz ayette yeryüzü yani Dünya kişileştirilmiş ve boyun eğmiş bir halde duran, omuzlarına binilebilen bir canlı varlık olarak tasvir edilmiştir. Dünyamız da kendine özgü olan geoit şekli yani kabaca küre olarak tanımlanabilecek şekli dolayısıyla boyun eğmiş vaziyette bulunan bir insana benzetilebilir. Özellikle de yeryüzünün ‘omuzlarında’ yürünmesinden bahsedilmesi bu benzetimi güçlendirmektedir. Zira boyun eğerek eğilmiş duran bir insanın en yüksek uçları omuzlarıdır. Yerkürenin de küresel şekli sebebiyle tüm yüzeyi eğimli olduğundan (dağlar tepeler gibi şekilleri göz ardı edersek) yüzeyinin her noktası omuzlar gibi en uç noktalarını oluşturacaktır.
 
Ayette omuzlar kelimesinin karşılığı ‘’menakib” olarak geçmektedir. ’’Yerin menakibi” nedir? Bilindiği gibi menkib, omuz demektir. Ancak görüldüğü gibi ayette "iki omzunda" ifadesi kullanılmayarak "menakib" şeklinde çoğul kipiyle zikredilmiştir. Demek ki yerin omuzları, bildiğimiz binit hayvanlarında olduğu gibi iki omuzdan ibaret değil, çoktur.’’(Elmalılı Tefsiri) Görüldüğü üzere, iki omuz şeklinde değil de ikiden fazla omuzu kapsayacak şekilde omuzlardan söz edilmesi, Yerküre yüzeyinin her noktasının birer omuz gibi ve küresel bir yapıda düşünülmesi gerekir.

Ayrıca, yerin omuzlarında yürüyün sözü, kendi ayaklarımızla yürümenin yanı sıra Yerküreyi bir binek olarak düşünüp bineğin üzerinde ilerleme; mesela binilen bir devenin üzerinde ilerleme gibi anlaşılırsa, bundan “Yerküre’nin uzayda hareket halinde olması’’ ve insanların da onun omuzlarında, yani yüzeyinde ilerlemesi sonucuna da ulaşabiliriz. Ayette ‘’boyun eğen’’ anlamına gelen ‘’zelül’’ kelimesi kullanılmaktadır. Zelül, aynı zamanda ‘’hecin devesi ‘’anlamında da kullanılmaktadır. Bu da yukarıdaki bilgileri destekleyen bir durumdur. Çünkü bu deve türü tek hörgüçlü olup,  hörgücünün binilen üst kısmı şekil itibariyle bir kürenin kesitini andırır.

Göklerde ve yerde bulunanlar da onların gölgeleri de sabah akşam ister istemez sadece Allah'a secde ederler.
13(Rad)/15

Allah’ın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı? Onların gölgeleri Allah’a secde ederek ve tevazu ile boyun eğerek sağa ve sola dönmektedir.
16(Nahl)/48

Gölgenin uzayıp kısalması için bir ışık kaynağı ile gölgesi oluşacak olan cismin bulunması ve bunların arasında döngüsel hareketin olması gerekir. Dünyamız gibi Evren’in diğer köşelerinde de ışık saçan yıldızların ve onların çekim alanında bulunan gezegenlerin ya da meteor ve kuyruklu yıldız gibi gökcisimlerinin onların çevresindeki yörüngelerde dönüyor olması gerekir.

Ayrıca ‘’sabah akşam’’ secde edilmesinden söz edilmesi güneşin doğup batması gibi ışığın döngüsel hareketi sonucu kaybolup tekrar ortaya çıkışını düşündürmektedir. Nahl Suresi 48. ayette de ‘’Allah’ın yarattığı şeyleri görmüyorlar mı?’’ denilerek yeryüzündeki yaratılan şeylerle sınırlanmaksızın tüm Evren’deki varlıkların gölgelerinin secde eder şekilde uzayıp kısalması ve sağa sola hareket ediyor olması nedeniyle Evren’deki tüm varlıkların durağan olmayıp, sürekli döngüsel hareketlerin olduğuna işaret olarak değerlendirilebilir.

Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva eden, “geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyüp örten”; güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah'tır. Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir.
 7 (A’raf )/ 54  

Yukarıdaki ayette geçen, “gündüzün sürekli bir şekilde geceyi kovalaması” ve “gecenin de gündüzü bürüyüp örtmesi” olayı dünyanın şekli ve hareketleri ile ilgili işaretler içermektedir. Uzaydan bakıldığında Yerküre üzerindeki herhangi bir nokta izlenecek olursa, bu noktaya Güneş ışığının ilk ulaştığı anda, bu noktanın bir adım ötesinin, yani batısının karanlıkta olduğunu ve gündüzü oluşturan ışığın sürekli bu karanlığı kovalarcasına izlediğine tanık olunacaktır. İzlenen bu noktanın simetriği kabul edilebilecek karşı noktada ise tersi bir durum söz konusu olacaktır. Yani karanlığın sürekli bir şekilde gündüzü temsil eden ışıklı bölgeleri bürüyüp örttüğüne tanık oluruz. Bu olaylar artık ilköğretim düzeyi bilgiler olarak kabul edilebilecek olan, Dünya’nın yuvarlaklığı ve kendi ekseni etrafında dönüşü gerçeğine ayetlerden işaret olarak kabul edilebilir.

A’raf 54. ayette “kovalayan” olarak gündüzün (ışığın) belirtilmesi ilginçtir. Zira ışık ve karanlık karşılaştırıldığında ışık bir enerjiyi ve hareketi içerir. Evren’de en hızlı hareket ışığın hareketidir. Karanlıkta ise böyle bir hareket çağrışımı ve ifadesi bulunmaz.
 
Güneş’ten gelen ışığın sürekli olarak karanlık bölgenin içine doğru hareketini görürüz. Ayette gecenin karanlığının gündüzü örttüğü belirtilir. Ancak örtme mutlaka bir hareket içermez. Olduğu yerde sabit duran bir şey de pek tabii başka bir şeyin altına girmesi suretiyle örtü olabilir. Işığı oluşturan fotonlar bir bölgeye gelmediğinde o bölgenin orada sabit duran karanlığın altına gireceğini düşünebiliriz.



DÜNYA’NIN UZAYI ÜZERİNE SARMASI

 ‘’Dünya Uzayı Üzerine Sarıyor” İki İtalyan fizikçi, Einstein’ın genel görelilik kuramının kolay gözlenemeyen bir öngörüsünü doğrulayarak Dünya’nın kendi çevresinde dönerken uzay-zaman dokusunu peşinden sürüklediğini gösterdi. Genel göreliliğin çıkarsınmaları, dönen bir kütlenin, tıpkı ağdalı bir zamk içinde döndürülen bir topun zamkı üzerine sarması ya da uykusunda dönüp duran bir kimsenin çarşafı üzerine dolaması gibi, uzay-zaman dokusunu da peşinden sürükleyeceğini söylüyor. …
Uzmanlara göre uzay-zamanın sürüklenme etkisi, bir uydunun yörüngesinde yılda 2 metrelik bir yalpalanmaya yol açarken, kütle dağılımının eşitsizliği nedeniyle meydana gelen yalpa, yılda birkaç bin km.yi buluyor.
Science, 22 Ekim 2004
NASA Basın Bülteni, 21 Ekim 2004 BİLİM veTEKNİK 16 Kasım 2004’’
http://www.biltek.tubitak.gov.tr/haberler/fizik/S-444-16.pdf

Gökleri ve yeri gerçek ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine sarıyor ve gündüzü de gecenin üzerine sarıyor. Güneş’i ve Ay’ı da emri altına sokmuş ve onların her biri belli bir süreye kadar akıp gitmektedir. Kesinlikle, O Üstündür, Bağışlayandır.
39 (Zumer)/5

Yukarıdaki bilimsel kaynaktaki bilgilerle, Zumer 5. ayet arasındaki ilişki ilk bakışta bile göze çarpmaktadır. Ayette bahsedilen gece ve gündüz halleri, aslında, Dünya’yı çevreleyen uzaydaki ışık ve ışıksızlık durumuyla belirlenir. Dünyanın bir bölümünün üzerindeki uzay parçası Güneş’ten gelen ışık nedeniyle aydınlanmışsa o bölümde gündüz vaktidir denir. Aksi durumda ise geceden bahsedilir. Eğer bilimsel kaynakta bahsedildiği gibi Dünya, bu gece ve gündüzün asıl kaynağı olan çevresindeki uzayı kendi üzerine sarıyorsa, geceyi ve gündüzü de birbiri üzerine sarıyor demektir. Belki de Güneş ışınları çok küçük sapmalarla bükülerek yeryüzüne ulaştığı için biz bunu fiziksel olarak fark edemiyor olabiliriz.




47
HUBUK -  EVRENDEKİ GRAVİTASYON  (KÜTLE ÇEKİMİ) DALGALARI

Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış göğe andolsun;
51 (Zariyat)/7

Ayetin Arapça aslının Latin harfleriyle yazılışı: “Wes semai zâtil hubuk

Hubuk kelimesi “yollar” demektir.

“Rüzgârların esmesi ile çöllerin kumlarında ve durgun suların üzerinde meydana gelen dalgalara ve örgü yapılmış saçlardaki kıvrımlara da denir.”

"Zatü'l-Hubuk" semaya yemin ederim. "Zatü’l-Hubuk" niteliği, eşsiz bir ifadedir. Bunun manasının ne olduğu hakkında çok şeyler söylenmiştir.

HUBUK: "Habike'nin de, "Hibâk"in de çoğulu olabilir. "Târika" "Turuk" "Misal" "Müsül" gibi.

HABÎKE: Dikkat ve özenle sağlam sanatlı dokunmuş yol, menevişli güzel kumaşa denir.

“HİBAK" da, rüzgâr hoş estiği zaman denizde veya kumda meydana gelen yol kıvrıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından meydana gelen dalgalanmalara, yani ondülasyona Hubuk denir.
http://www.kuranikerim.com/telmalili/zariyat.htm   
         
“Hubuk” kelimesinin özellikle “dalgalar” olarak anlamlandırılması ilginç ve mucizevî bir durumu göstermektedir. Çünkü en son bilimsel çalışmalarda, Evren’in yani uzayın, gökcisimlerinden kaynaklanan gravitasyon diğer bir deyişle “kütle çekimi dalgaları” ile örülü olduğu ortaya çıkarılmıştır. Özellikle, NASA tarafından yürütülen LISA (Laser Interferometer Space Antenna) programı gravitasyon dalgalarının incelenmesi amacına yönelik bir araştırmadır.
(http://lisa.nasa.gov/index.htm)

Kütle çekim dalgası (gravitasyon dalgaları) nedir? Kendi ekseni etrafında dönen cisimlerin çevrelerinde oluşturdukları dalgaya kütle çekim dalgası denir. Eğer bir cismi kendi ekseni etrafında döndürürseniz, çevresindeki başka cisimleri kendine doğru çektiğini görürsünüz. Kütle çekiminin etkisi, kendi ekseni etrafında dönen cismin dönüş hızına, cismin yoğunluğuna ve cismin büyüklüğüne göre değişir.
http://bigalioglu.blogcu.com/gunesin-ve-gezegenlerin-kutle-cekim-dalgalari_43610791.html

“…dolaylı da olsa gravitasyonel ışıma, Taylor ve Hulse tarafından 1974te gözlendi. Çift yıldızlarda dönme periyodunda (gravitasyonel ışımadan dolayı) azalma olacağı öngörülmekteydi. Taylor ve Hulse, kendilerini 1993 Fizik Nobel Ödülü’ne götürecek olan PSR 1913+16 çift atarcasındaki ölçümleriyle bunu kanıtladılar.
 Gravitasyonel dalgalar, elektromanyetik dalgalar gibi kaynağı oluşturan atom ve elektronların hareketinden dolayı değil, kaynağın bütün halinde (düzgün olmayan) hareketinden doğar. Dolayısıyla gravitasyonel dalgalar, elektromanyetik dalgalardan değişik olarak kaynağın izlerini de taşır. Buna örnek olarak karadeliklerin iyi bir gravitasyonel dalga yayıcı oldukları bilinmektedir. Gökada merkezlerinde kütleleri çok fazla (binlerce güneş kütlesine sahip) olan karadelikler olduğu gibi, gökadalarda dağınık şekilde bulunduğu bilinen pek çok (birkaç güneş kütleli) karadelikler de bulunmaktadır. Gravitasyonel dalga, bu yıldızların değişik özelliklerinin de ortaya çıkarılmasında ve izlenmesinde çok önemli rol oynayacaktır.”

Einstein’ın Gravitasyon Kuramı’nın Önümüzdeki On Yılı
Prof. Dr. Metin Gürses   TÜBA Asli Üyesi
http://www.fen.bilkent.edu.tr/~gurses/gunce3.pdf

Gravitasyonel dalgaların varlığı Einstein tarafından 1918 yılında genel rölativite (görelilik) teorisinin sonucu olarak öngörülmüştür. Gravitasyonel dalgalar, gravitasyonel alanın hareket eden çalkantıları, başka bir deyişle bozucu etkileridir. Işık veya radyo dalgalarına benzer olarak gravitasyonel dalgalarda kaynaktan bilgi ve enerji taşırlar. Gravitasyonel dalgalar malzeme içinden engellenmeden geçebilirler. Gravitasyonel dalgalar doğrudan gözlemlenmemesine rağmen teorik olarak saptanabilir. Çünkü gravitasyonel dalgalar hareketleri boyunca uzayı gerer ve sıkıştırırlar.
http://johnstodderinexile.wordpress.com/category/science/


Pulsarların neşrettiği sinyaller kâinat doğumunun ilk sancılarını çektiği sıralarda (yaklaşık 10-5 ila 10-30 saniyeler arasında) ortaya çıktığı düşünülen gravitasyonel dalgaların varlığına da bir delil teşkil edebilir. Gravitasyonel dalgalar denizde oluşan dalgalara benzer şekilde kâinat yaratıldığından beri kâinatta oluşup duran "feza-zaman bozulmaları olarak da tarif edilmektedir. Bu dalgaları pulsarların sinyallerinde de tespit etme ihtimali vardır.
http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=4708

Gravitasyonel dalgaların küresel bir kütleye etkisi
(a) Dalga ilk önce bir yönde kütleyi gerer ve dik yönde sıkıştırır.
(b) Daha sonra etkiler tersine döner.
(c) Bozulmalar dalga frekansında osile eder (salınım yapar)


Bozulmuş Evren: Büyük patlamadan hemen sonra evrenin genişlemesi gravitasyonel dalgalar oluşturmaktadır. Bu dalgalar başlangıçta var olan plazmayı gerip sıkıştıracak, küresel yüzeyde hareketler oluşturacak ve geri plan kozmik mikrodalga radyasyonu yayacaktır. Bu hareketler, dönüşle birlikte ve ışımanın sıcaklığıyla kırmızıya ve maviye kayış oluşturur ve geri plan kozmik mikrodalga ışımayı kutuplaştırır.




Yukarıdaki bilimsel kaynaklardan yapılan alıntılarda ve gravitasyonel dalgaları simgeleyen şekillerden fark edileceği üzere, aynen Kuran-ı Kerim’in ifade ettiği gibi, dalgalardan oluşan bir yapı göze çarpmaktadır. Kuran bunları “Hubuk” yani kumlarda ve sularda oluşan dalgalı şekiller olarak tasvir ediyor; bilim ve bu konu üzerinde en önemli çalışmaları yürüten kuruluş olan NASA da bilhassa sularda oluşan ve yayılan dalgalara benzeyen şekilde resmediyor.



48
YEDİ KAT GÖK

1. GÖK = Dünya ve Ay'ın Oluşturduğu Küme

Aralarında kütle çekimi ve bundan kaynaklanan hareket birlikteliği oluşturan gökcisimlerini birer küme olarak kabul edebiliriz. Bu nedenle Dünya, Ay ile birlikte bir küme oluşturur.

2. GÖK = Güneş Sisteminin Oluşturduğu Küme

3. GÖK = Samanyolu Galaksisi


Dünya, Güneş Sistemi ile birlikte galaksimizin sarmal kollarından biri olan Orion (Avcı) sarmal koluna dahildir. Ancak Dünya, belirli bir sarmal kolun içinde kalıcı olarak bulunmaz. Çok uzun dönemlerde de olsa sürekli yer değiştirmektedir. Bu yüzden Orion (Avcı) kolu Dünya’nın dahil olduğu bir küme olarak sayılamayabilir. Bu nedenle 3. gök olarak Samanyolu galaksisini kabul edebiliriz.   
                                                                                   
4.GÖK = Samanyolu ve Andromeda Galaksileri İle Diğer Yaklaşık 30-40 Galaksiden Oluşan ''Yerel Küme''

Samanyolu, "Yerel Grup" diye adlandırılan küçük bir gökada kümesinin üyesi. Küme, Virgo (Başak) süper kümesinin dış sınırına yakın bir bölgede bulunan pek çok başka grup ya da kümeden yalnızca biri. Yerel Küme'nin merkezinden 450 000 parsek (1 parsek= 3.26 ışık yılı) uzaklıkta, kümenin bugün bilinen yaklaşık 40 üyesinin yarısını oluşturan grup, iki büyük sarmal gökadanın, Samanyolu ile Andromeda'nın çevresinde toplanmış bulunuyor.’’   
http://www.haberbilgi.com/bilim/astronomi/bir_gokada_portresi_samanyolu2.html

5.GÖK: Samanyolu’nun Bulunduğu Yerel Kümeyi de İçine Alan ''Başak Süper Kümesi''

6.GÖK: Büyük Çekim Merkezi (GREAT ATTRACTOR)-Laniakea Süperkümesi

Son zamanlarda bir Amerikan astronom grubu, dünyadan 150 milyon ışık yılı uzaklıkta yeni bir galaksi gruplaşmasının (çapı 250 milyon ışık yılı), çok büyük bir kütle çekimi uyguladığını buldu. Öyle ki, aralarında Samanyolu ve Andromeda'nın da bulunduğu binlerce galaksi bu merkeze doğru çekilmektedir. Bu merkez ve çevresindeki galaksiler sisteminin hepsine uzayın büyük çekim merkezi adı verilmiştir. Samanyolu, bu galaksi grubuyla birlikte en yakındaki galaksi kümesini meydana getiren Virgo kümesiyle aynı yönde, saniyede 600 km hızla, tahminen Güneş kütlesinin 30 milyon kere milyar kat bir kütlesi bulunan ve çapı 250 milyon ışık yılı olan dev bir çekim merkezine doğru ilerlemektedir. Şimdiye kadar kâinatta tespit edilmiş en büyük yapı olan bu merkez, sayısız galaksiden meydana gelmiştir
http://ansiklopedi.bibilgi.com/SAMANYOLU

Yabancı literatürde Great Attractor olarak bilinen bu oluşum hakkında bilgi için;
http://www.solstation.com/x-objects/greatatt.htm

http://www.dailygalaxy.com/my_weblog/2015/03/the-great-attractor-exists-within-an-immense-supercluster-of-100000-galaxies.html
 
“Uluslararası bir araştırma grubu, Samanyolu’nun da bir parçası olduğu süperkümenin haritasını çıkardı. Süperkümeye Laniakea adı verildi. Hawaii Üniversitesi’nde çalışan ve Hawaii dili uzmanı olan Nawa'a Napoleon tarafından önerilen bu isim, Hawaii dilinde “cennet” anlamına gelen “lani” ve “sonsuz” anlamına gelen “akea” kelimelerinden türetilmiş. Doç. Dr. Napoleon, bu ismi önerirken, astronomi bilgilerini kullanarak Büyük Okyanus’ta seyahat eden Polinezyalılardan esinlenmiş. Yaklaşık 100.000 gökada içeren Laniakea’nın çapının 500 milyon ışık yılı (ışığın beş yüz milyon yılda katettiği mesafe) kadar olduğu ve içerdiği kütlenin ise Güneş’in kütlesinin yaklaşık 1017 (yüz milyon kere milyar) katı olduğu belirtiliyor. Araştırmanın sonuçları Nature’da yayımlandı”. - See more at: http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/dunyanin-yeni-adresi-laniakea#sthash.vxeynzyR.dpuf
Araştırmacılar bu çalışma sırasında gökadaların Dünya’dan uzaklığının ölçülmesine ve kendi öz hareket hızlarının (gözlemlenen hızları ile evrenin genişlemesinden kaynaklanan hızları arasındaki fark) hesaplanmasına dayalı yeni bir yöntem geliştirmiş. Dünya’ya uzaklıkları ve hareket hızları bilinen yaklaşık 80.000 gökada hakkındaki veriler kullanılarak evrenin bize daha yakın olan kısımlarının büyük ölçekteki yapısı belirlenmiş. Araştırmacıların hazırladığı videoda (https://www.youtube.com/watch?v=Zy2xcxw3GV4&feature=player_embedded) Laniakea içindeki gökadaların, evrenin genişlemesinden kaynaklanan hızlar göz ardı edildiği zaman, süperkümenin içindeki bir çekiciye (etraftaki maddeleri kendine doğru çeken bir bölgeye) doğru hareket ettiği görülüyor. - See more at: http://www.bilimgenc.tubitak.gov.tr/makale/dunyanin-yeni-adresi-laniakea#sthash.vxeynzyR.dpuf
Yukarıdaki kaynakda belirtilen “çekici =etraftaki maddeleri kendine doğru çeken bir bölge” olarak açıklanan galaktik oluşum Great Attractor dür
4 Eylül 2014 de Natüre dergisinde yayınlanan Hawai Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada Laniakea adı verilen bir süperküme keşfedilmiştir. Bu süperküme Great Attractor da dahil  ilk altı göğü oluşturan gök cisimlerinin hepsini kapsamaktadır. Sonuçta Great Attractor aslında kendisini de  kapsayan Laniakea adlı süperkümenin bir parçasından ibarettir.Bu yüzden yedi göğün sayımında Great Attractor’un değil de Laniakea süperkümesinin altıncı gök olarak kabul edilmesi doğru olacaktır.


7.GÖK: Bütün Gökcismi Kümelerini Kapsayan Tüm Evren


 
 



 






YEDİ YOL

Andolsun, biz sizin üstünüzde “yedi yol” yarattık. Ve biz yaratılanlardan da gafil değiliz.
23 (Mü’minun)/17

Bu ayette ''yol'' olarak belirtilen hususun yukarıdaki 7 kat gök konusunu teşkil eden tüm oluşumların yörüngelerini temsil edebilmektedir. 

Üstümüzdeki ''Yedi Yol''

 1. Dünya'nın yörüngesi 
                                        
 2. Ay'ın yörüngesi
                             
 3. Güneşin yörüngesi    
                       
 4. Samanyolu’nun yörüngesi   
                    
 5. Samanyolu’nu da içine alan ''yerel küme''nin yörüngesi   
      
 6. Tüm bunları içine alan ''başak süper kümesi''nin yörüngesi
         
 7. Yukarıdaki bütün kümeleri de kapsayan ''büyük çekim merkezi''nin (Great Attractor) yörüngesi
  (Buna bağlı olarak Laniakea Süperkümesinin yörüngesi)

Bu konuda açıklayıcı olabilecek bir bilgi de şu yöndedir:

''Tabii ki bu durumda, uzaya dışarıdan bakacak olursak, Dünya’nın aynı bir saat içinde Güneş’in etrafında da 107 bin km yol katettiğini, Güneş’in de Samanyolu galaksisinde 810 bin km, Samanyolu'nun da Andromeda galaksisine doğru 240 bin km, 'Local Group' adı verilen bizim sistemimizin de Virgo (Başak) kümesine doğru 2 milyon 770 bin km ve komple olarak Virgo sisteminin de 'Great Attractor' adı verilen görünmeyen bir kümeye doğru 2 milyon 150 bin km ile hareket ettiğini düşünmemiz gerekir.''
http://www.nuveforum.net/121-bilim-teknoloji/22908-zamanda-yolculuk-olasiligi/

Büyük Çekim Merkezi de en azından evrendeki genişlemenin etkisiyle mutlaka belli bir yörüngede hareket ediyor olmalıdır.





49
YERKÜRE VE GÖKLERİN BİRLİKTE YEDİ GÖK OLARAK DÜZENLENMESİ

9. De ki: Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na ortaklar mı koşuyorsunuz? O,  âlemlerin Rabbidir.

10. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.

11. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler.

12. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semayı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, Aziz, Âlim olan Allah'ın takdiridir.
 
41 (Fussilet)/9-12


Önce Yerküre’nin yaratılmasının ardından, sonra duhan (duman, gaz) halinde bulunan göğe yönelmeden bahsedilmesi bazı açılardan bizi önemli sonuçlara götürmektedir. Çünkü ayette geçen ‘sümme’ kelimesini zaman olarak sonralık anlamında anlasak bile, yerin iki günde, yani 50 bin yıldan oluşan iki günün ifade edeceği 100 bin yılda, uzayda bir proto planet olarak belirmesinin ardından, Güneş sistemini meydana getiren dev gaz bulutu hala “duhan” halinde bulunduğunu gösterir. Henüz Güneş de önyıldız (protostar) halini alma aşamasındadır ve bu durumuyla, sistemin merkezinde çökme ile yoğunlaşmış olsa da, hala gaz halini devam ettirmektedir. Ancak milyonlarca yıl sonra kendiliğinden ışıma yapacak duruma, yani gerçek bir yıldız durumuna gelebilecektir. Hatta diğer gezegenler de henüz tam bir katı gökcismi halini almamışlardır. (Günümüzde de Jüpiter, Satürn, Uranüs ve Neptün gazdan oluşan gezegenlerdir) Bu durumda, ayetlerde geçen duhan (gaz, duman) halinde bulunan gökten kasıt, Güneş sistemini oluşturacak olan yıldızlararası bulut olmalıdır. Bu gaz bulutuna yöneliyor, ayetteki ifadesiyle istiva ediliyor, aslen o zaman için yoğunlaşmış gaz halinde bulunan Yerküre’ye ve sistemin diğer üyelerini ve Güneş’i oluşturacak olan gaz bulutuna Yüce Allah’ın emrine gelmeleri vahyediliyor. Bu emre uyma ve sonuçta bir araya gelme, kütle çekimine dayanan bir sistem oluşturmanın temsili olarak ifadesi olmalıdır. Ayetteki “isteyerek ya da istemeyerek gelin” ifadesi, kütle çekiminin kaçınılmaz etkisine işaret etmektedir.

Fussilet Suresinde; “Böylece onları iki günde yedi gök olarak yarattı…” (41:12) ayetinde geçen iki gün, hem Yerküre hem de göklerin, yani Evren’i oluşturan diğer gökcisimlerinin, 100 bin yılık dönemlerde ilk oluşumlarının ortaya çıkışını ifade ediyor olmalıdır. En azından Dünya, Güneş ve Güneş Sistemi için böyle olduğu yukarıdaki alıntılarda belirtilmiştir. Evrenin temel unsurları olan yıldızların da önyıldız (proto satar) oluşumu için 100 bin yıl öngörülmektedir. Bu ayetle ilgili diğer bir dikkat çekici konu ise ayetin Arapçasında geçen ve genellikle “yaratma” anlamında çevrilen “kada” kelimesinin aslen “tamamlama” anlamını içeriyor olmasıdır. Sonuçta, ayeti  “böylece onları iki günde yedi gök olarak tamamladı…”şeklinde anlamak daha sağlıklı olacaktır. Çünkü tamamlama söz konusu olduğunda, hali hazırda bütünü oluşturan diğer parçaların zaten var olduğu, en son eksik olan parçaların da var oluşuyla, bütünün son halini aldığı akla gelir. Bahsettiğimiz konudaki bütünlük,  yedi parçadan oluşmaktadır ve Güneş, Dünya ve Ay dahil Güneş sisteminin de katılmasıyla yediye tamamlanmıştır.

Diğer bölümlerde belirtilen yedi kat göğün anlamına ilişkin anlatılanlar göz önüne alındığında, Dünya, Ay ve Güneş sisteminin yedi göğün unsurları arasında olduğunun kabulü ile Dünya ve Ay’dan oluşan birinci gök, tüm Güneş sistemini içeren ikinci göğün de katılımıyla yedi göğün tamamlanması, söz konusu ayetlerden başka nelerin anlaşılabilirliği konusunda aydınlatıcı olmaktadır.

Ayrıca bu konuda bir başka dikkat çekici bir durumdan bahsetmeliyiz. Kuran’ da  “göğe yönelme ve yedi gök olarak tamamlanma” hususları Bakara 29 ve Fussilet 11. ayetlerde geçmektedir. Fussilet 11’de “duman halinde” olarak bahsedilirken, Bakara 29’da duman halinden söz edilmez. Fussilet 11’de anlatılan gök, Güneş sistemi olmalıdır. Konuyu biraz daha açacak olursak, Güneş sistemini oluşturan gaz ve toz bulutu, Nebula Teorisine göre dönerek kendi içine çöken Güneş ve diğer gezegen ve benzerlerini oluşturmuştur. Fussilet suresi 9. ayetten başlayan anlatımlar Yerküreyi de içine alarak, Güneş sisteminin, göklerin sayısını, yukarıdaki paragrafta da bahsedildiği gibi, yediye tamamlanmasının sıralanmış halini oluşturmaktadır.

Bakara 29’da ise göğe yönelmekten bahsedilirken duman halinden söz edilmez. Çünkü bu göğe yönelme ve yedi kat olarak düzenlenme, Evren’in ilk oluşum aşaması olan Big Bang olayına işaret olmalıdır.
Ayrıca Bakara suresinin 29. ayetindeki  ‘’Yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı’’ sözünü yerkürenin de yaratıldığı şeklinde anlarsak bile, ayetin devamında göklerin ilk defa olarak yaratıldığından değil, göklerin yedi kat olarak düzenlendiğinden bahsetmektedir.

Fussilet suresindeki bu ayetlerde ise asıl olarak Yerküre'nin iki günde yaratılmasından bahseder. Ardından yeryüzü ile ilgili yaratılan diğer şeylerden söz edilir. Sonra da 11. ayetten itibaren yer ile göklerin beraber iki gün içinde yedi kat gök olarak düzenlendiği bildiriliyor. Neticede göklerdeki gökcisimleri henüz yok iken Dünya onlardan önce varmış gibi bir sonuç çıkaramayız. Elbette Evren’de Dünya’dan daha yaşlı gökcisimleri bulunmaktadır. Fakat bunların diğer yıldızlar gibi önceden var olmayan gökcisimlerinin Dünya ile birlikte bir uyum halinde ve bütünlük oluşturacak şekilde yedi gök olarak düzenlenmesi, Dünya’nın yaratılması ile birlikte veya daha sonra da olmuş olabilir.

Dünya'nın Oluşumu:

Dünya'nın bütün öbür gezegenlerle aynı zamanda oluştuğuna inanılır.[Güneş Sistemi]'nin başlangıcına ilişkin eski bir kurama göre önce Güneş var olmuş, daha sonra gezegenler ondan kopmuştur. Artık geçerli sayılmayan bu kurama göre Güneş ilk oluştuğu zaman bugünkünün 50-60 katı büyüklükteydi ve kendi çevresinde hızla dönüyordu. Bu dönme hareketinden doğan merkezkaç kuvvetin etkisiyle Güneş'ten dışarıya bir miktar madde savruldu. Önce çok uçucu olmayan mineral ve metallerin yoğunlaşmasıyla iç gezegenler, sonra uçucu gazların yoğunlaşmasıyla dış gezegenler oluştu. Güneş'in ve bütün gezegenlerin aynı zamanda oluştuğunu ileri süren yeni bir kurama göre de Samanyolu Gökadası'ndaki dev bir gaz ve toz bulutu kendi kütle çekim kuvvetinin etkisiyle büzülmeye başladı (Gökada). Bu madde parçacıklarından çok büyük bölümünün yoğunlaşmasıyla Güneş oluştu; bu kütle giderek öyle büyüdü ve madde yoğunluğu öylesine arttı ki bir süre sonra nükleer tepkimeler için elverişli bir ortama dönüştü. Öte yandan buluttaki daha küçük madde yoğunlaşmalarıyla da ilk gezegenler oluşmaya başladı. Bugünkü gezegenlerin öncülü olan bu ilk gezegenler başlangıçta birer gaz kütlesi halindeydi, ama hiçbiri nükleer tepkimelerin başlayabileceği kadar büyük değildi. Güneş'in sıcaklığı arttıkça çevresindeki yakın gezegenleri, yani yer benzeri gezegenler kuşatan gaz bulutları yok oldu ve geride büyük olasılıkla erimiş durumdaki minerallerden oluşan çekirdekleri kaldı. Güneş'e çok uzak olan öbür gezegenler ise pek fazla değişikliğe uğramadan bugüne kadar ulaştı.”
http://www.cografya.gen.tr/diger/uzay/yer.htm

Bu açıklamalardan gezegenimiz olan Dünya'nın da Güneş'ten ve galaksimizdeki Dünyamız ile aynı sarmal kolda bulunan (Orion Sarmal Kolu) ve bu yüzden çıplak gözle görülebilen diğer yıldızların birçoğundan önce oluşmuş olabileceği ve daha da önemlisi Güneş'ten bir parçanın kopması ile değil, Güneş’ten bağımsız olarak daha önce oluşmuş olabileceği sonucunu da çıkarabiliriz.

Kuran’da Fussilet suresi 9,10,11 ve 12. ayetlerde de ilk önce Yerküre’nin yaratılmasından bahsedilmesinin ardından “sonra duman halinde olan göğe yöneldi’’ denilerek, galaksimizdeki daha önce bahsettiğim bizimle aynı sarmal koldaki ve çıplak gözle görülebilen diğer yıldızların birçoğunun dünyamızdan sonra oluşmuş olabileceği görüşüyle paralellik gösterdiğine de dikkatinizi çekmek isterim. Bunun yanında Fussilet 12.ayetteki ''ve biz en yakın göğü kandillerle donattık''sözünden de bu konuya paralel anlamlar çıkarabiliriz. Ayette ''en yakın gök'' olarak verilen sözler birçok mealde ise ''dünya göğü'' olarak verilmiştir. Ayetin Arapçasında da aynen Türkçede kullandığımız şekliyle ''Dünya'' kelimesi geçmektedir. Yani Dünya vardır ki Dünya göğünden bahsedilebilsin.

Dünyamızın yaratılmasından sonra dünya göğü kandillerle donatılmıştır ve bu kandil olarak tasvir edilen gökcisimlerinin şüphesiz en önemlisi güneştir. Bu durum dünyamızın Güneşten kopan bir parçadan oluşmadığını (-ki bu artık terk edilen bir teoridir) Güneşten bağımsız olarak ondan önce de oluşmuş olabileceği fikrini desteklemektedir. Dünyamızın Güneş ten koparak oluştuğunun kabulü Fussilet Suresindeki ayetleri zamanlama yönünden anlamlandıracak olursak bir çelişki oluşturacaktır. Denilebilecektir ki;  “sonra duman halinde bir göğe yönelme olamaz, çünkü zaten Güneş daha önceden oluşmuştur. Güneş var iken göğün halen duman halinde bulunduğu söylenemez.”

Yeni ve kabul gören teoriye göre ise, Dünya ve Güneş hemen hemen aynı zaman diliminde oluşmaya başlamıştır. Bu durumda pek tabiidir ki, Dünya Güneş’ten önce bir gökcismi olarak ortaya çıkmış olabilir. Belki aralarında astronomik olarak çok fazla bir zaman dilimi olmayacaktır ama yine de günümüzdeki haliyle olmasa da, Dünya Güneş’ten önce oluşmuş olabilecektir.

Fussilet Suresi 11. ayette ''sonra '' duman halinde bulunan göğe yönelmesi farklı anlamlarda yorumlanabilir. Ayette geçen ''sümme'' kelimesi Arapçada ''sonra'' anlamına geldiği gibi ''bir de”, ''bunun yanında'', ''bununla beraber'' gibi anlamlara da gelebilmektedir. Kanaatimizce hem ''sonra'' anlamı hem de ''bunun yanında'' anlamı ''gök'' kavramından neyi anladığımıza göre doğru olabilmektedir; gök kelimesini ve yedi kat göğü ''dünyanın atmosferi'' olarak anlarsak, ''sümme'' kelimesini ''sonra'' şeklinde düşündüğümüzde de bilime ve mantığa uygun bir sonuç çıkabilmektedir. Çünkü bilimsel kaynaklara göre ''nefes alınabilir atmosfer'' günümüzden yaklaşık 500 milyon yıl önce oluşmuştur.
http://www.sciencedaily.com/releases/2007/10/071029094320.htm  

Bugünkü gibi bir atmosferin oluşmasından önce atmosferdeki karbon -dioksit oranı şimdi olduğundan 20 kat fazladır ve ''duman halinde''olan göğün anlamına da uygun bir durum içermektedir. Yani göğü ve yedi kat göğü bu ayet ışığında hem atmosferin hem de Evren’in tümü anlamında anlaşılabileceğini ve bu iki anlamın da doğru olarak değerlendirile-bileceği sonucunu çıkarabiliriz.
          
Yedi kat göğün iki günde, yani 50 bin yıldan oluşan iki günden 100 bin yılda düzenlenmesi olayı da gezegenlerin ve yıldızların Evren’deki gaz ve toz bulutlarından kütle çekimi ile büzülerek bir gökcismi olarak belirgin bir hale gelmeleri ve ilk şekillerini almasının bilimsel kaynaklarda hep 100 bin yıl içinde gerçekleştiğinin belirtilmesiyle uyum içindedir. Gezegenler için ‘’proto planet’’, yıldızlar için ise ‘’protostar’’ ya da ‘’önyıldız’’ tabirleri kullanılıyor.

Önyıldız, dev özdeciksel bulutların gaz kasılımı ile ortaya çıkan bir nesnedir. Önyıldızlık, yıldız oluşumun ilk evrelerinden biridir. Güneş büyüklüğünde bir yıldız için 100.000 yıl yakınlarında sürmektedir.  
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96ny%C4%B1ld%C4%B1z

Yeni oluşum haline ilk olarak keşfedilen bir gezegenin proto planet hali için:
http://www.scienceblog.com/cms/astronomers-find-baby-planet-just-1-600-years-old-15781.html

Bilim adamları, Evren’de ilk kez bir gezegenin oluşum sürecini gözlemledi. ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden bilim adamları, NASA'nın uzay teleskopu Spitzer'ın sağladığı verilere dayanarak bir araştırma yaptı. Bilim adamları çalışmaları sonucunda, dünyadan 13 bin ışık yılı uzaklıkta ve 100 bin yıl önce patlayan bir yıldızın yörüngesinde yeni bir gezegen oluşumu gözlemledi. Sırlar ortaya çıktı.  

Nature dergisinde yer alan makaleye göre, gözlem sonucunda, gezegenlerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin çok sayıda sır da aydınlanmış oldu. Yıldızın patlamasıyla ortaya çıkan süpernova içerisinde yeniden
şekillenen genç yıldızın (pulsar) yörüngesinde, ileride gezegene dönüşecek olan ve bir girdap şeklindeki toz ve gaz diski belirlendi.

Güneş sisteminin yörüngesi oldukça ilginç özelliklere sahiptir. Bu yörünge hem neredeyse çembersel, hem de sarmal kolların oluşumuna yol açan basınç dalgalarıyla aynı hızdadır. Bu nedenle Dünya'da yaşamın var olduğu dönemde, Güneş Sistemi sarmal kolların içinde değil aralarında kalmıştır.   
http://www.msxlabs.org/forum/uzay-bilimleri/5230-gokbilim-astronomi-3.html  
http://gokyuzu.org/index.php?option=com_content&task=view&id=44&Itemid=44

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere Güneş Sistemimiz ve Dünyamız canlı yaşamının ilk başladığı zamanlarda galaksimizin yıldızların çok yoğun olduğu sarmal kollarının içinde değil, kıyaslanamayacak kadar çok az sayıda yıldız bulunabilen sarmal kolların arasında kalmıştır. Bu da Fussilet Suresi 12.ayetteki  ‘’dünya göğünü kandillerle donattık’’ sözüyle uyum içindedir. Zira görüldüğü üzere görülebilen Dünya göğünün ‘’yıldızlarla donatılma’’ olayı sonradan gerçekleşmiştir.

Nefes alınabilir atmosfer ne zaman oluştu?

Ohio State Üniversitesi'nden Matthew Saltzman ve ekibi yaptıkları çalışma sonucunda Dünya atmosferinin bugünkü gibi oksijen zengini bir hale gelmesine neden olan olayın ne olduğunu ve bu olayın ne zaman gerçekleştiğiyle ilgili önemli bilgilere ulaştılar. Yer kabuğunda 500 milyon yıl önce oluşan ve okyanusların soğumasına, dev planktonların oluşmasına ve bunların atmosfere çok büyük miktarda oksijen vermesine ve bunların sonucunda Dünya üzerindeki biyolojik çeşitliliğin çok hızlı bir şekilde artmasına neden olan SPICE (Steptoean Positive Carbon Isotope Excursion) denilen olayın gerçekleştiği sonucuna yaklaşık 10 yıl süren çalışmaları ile ulaştılar. Dünya’nın birçok yerinde kayalar üzerinde çalışmalar yaptılar. Kayalardaki karbon ve sülfür miktarlarından elde ettikleri sonuçlar, 500 milyon yıl önce Dünya'da hava koşullarının 2 milyon yıl içinde çarpıcı bir şekilde soğuduğunu gösteriyor. Bu olaydan önce yeryüzünde yaşamı neredeyse imkânsız kılan bir sıcaklık vardı. Bu nedenle o devirde karalarda yaşam yoktu. SPICE olayından önce atmosferdeki CO₂ miktarı bugünkünün 20 katı civarındayken SPICE olayı sonrası soğuma ve CO₂’in O₂ ile yer değiştirmesi gerçekleşti. Bu olay toplamda 2 milyon yıl gibi jeolojik zaman dilimi içinde kısa sayılabilecek bir sürede gerçekleşti.
http://bilimfelsefedin.blogspot.com/2007/11/ilkel-atmosferdeki-serbest-oksijen.html)

Bugünkü gibi bir atmosferin oluşmasından önce atmosferdeki karbondioksit oranı şimdikinden 20 kat daha fazladır. Bu durum duman halinde olan göğün anlamına da uygun düşmektedir.

Yedi kat göğün iki günde (2 x 50 bin yıl = 100 bin yıl) düzenlenmesi olayı da gezegenlerin ve yıldızların Evren’deki gaz ve toz bulutlarından kütle çekimi ile büzülerek bir gökcismi olarak belirgin bir hale gelmeleri ve ilk şekillerini almasının bilimsel kaynaklarda hep 100 bin yıl içinde gerçekleştiğinin belirtilmesiyle uyum içindedir. Gezegenler için ‘’proto planet’’, yıldızlar için ise ‘’protostar’’ yâda ‘’önyıldız’’ tabirleri kullanılır.
Önyıldız, dev özdeciksel bulutların gaz kasılımı ile ortaya çıkan bir nesnedir. Önyıldızlık, yıldız oluşumunun ilk evrelerinden biridir. Güneş büyüklüğünde bir yıldızın oluşumu 100.000 yıl kadar sürmektedir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96ny%C4%B1ld%C4%B1z

Protostar yani önyıldız oluşumu ile ilgili bazı yabancı kaynaklardaki bilgileri de aşağıdaki linklerden incelenebilir. (bkz. Dipnot:1)
                                                                      
Yeni oluşum haline ilk olarak keşfedilen bir gezegenin proto planet hali için (bkz.):
http://www.scienceblog.com/cms/astronomers-find-baby-planet-just-1-600-years-old-15781.html

Bilim insanları, Evren’de ilk kez bir gezegenin oluşum sürecini gözlemledi.
ABD'deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nden bilim adamları, NASA'nın uzay teleskopu Spitzer'ın sağladığı verilere dayanarak bir araştırma yaptı. Bilim çalışanları, çalışmaları sonucunda, Dünya’dan 13 bin ışık yılı uzaklıkta ve 100 bin yıl önce patlayan bir yıldızın yörüngesinde yeni bir gezegen oluşumunu gözlemledi.

Nature dergisinde yer alan makaleye göre, gözlem sonucunda, gezegenlerin nasıl ortaya çıktığına ilişkin çok sayıda sır da aydınlanmış oldu. Yıldızın patlamasıyla ortaya çıkan süpernova içerisinde yeniden şekillenen genç yıldızın (pulsar) yörüngesinde, ileride gezegene dönüşecek olan ve bir girdap şeklindeki toz ve gaz diski belirlendi.

Radyasyonla gözleniyor:

Yıldız patlamasının uzaya saçtığı ve metal ağırlıklı toz ve gaz kalıntılarının, yörüngede yeniden toplanmasıyla ortaya çıkan disk, Spitzer'la doğrudan görülemiyor. Ancak çevreye yaydığı radyasyondan, şekli ve yapısı anlaşılabiliyor. Gezegenlerin, yıldız patlamasıyla ortaya çıkan gaz ve tozların, yıldız yörüngesinde yeniden bir araya gelmesinden oluştuğu daha önce de biliniyordu ancak, bu durum ilk kez bir gözlemle kanıtlanmış oldu.’’
 http://www.genbilim.com/component/option,com_smf/Itemid,114/topic,94.0

Görüldüğü gibi yıldız patlamasıyla ortaya çıkan gaz ve toz kalıntılarından belirgin bir şekilde bir gezegenin, daha doğrusu proto planetin oluşumu 100 bin yıl sürüyor. 100 bin yıl önce patlayan bir yıldızın yörüngesinde belirlenebiliyor. Bu durum ayrıca Yerküre’nin de bir gezegen olarak ilk ortaya çıkışının 50 bin yıldan oluşan iki günde yani 100 bin yılda gerçekleştiğini de desteklemektedir. Ancak bu süre Dünya benzeri gezegenler için geçerli olma ihtimali yüksektir.

Sonuç olarak yıldızların ve Dünya benzeri gezegenlerin Evren’de ilk olarak bir gökcismi halinde belirmeleri Fussilet suresinde de belirtildiği üzere yedi gök halinde yerine konularak düzenlenmeleri 50 bin yıldan oluşan iki günde (100 bin yılda)  gerçekleşiyor.

Ayrıca, bu konudaki başka bir bilgi ise şöyledir:

Yüz Bin Yılın Sırrı:

Matematikçi Milutin Milankovitch, 20. yüzyılın ilk yarısında Dünya'nın yörüngesindeki değişimlerin iklimi değiştirebileceğini ve bunun izlerinin gezegenin jeolojik 'arşivinde' keşfedilebileceğini öne sürmüştü. Jeolojik kanıtlar son bir milyon yıl içinde buz devirlerinin aşağı yukarı 100 bin yıllık dönemlerde tekrarlandığını gösteriyor. Dünya'nın Güneş çevresindeki yörüngesinin şekli yavaş yavaş bir daireden elipse dönüşüyor, sonra tekrar eski haline geliyor. Bu süreç de yaklaşık 100 bin yıl sürüyor. Birçok bilim insanı, buz devirlerinin yörüngedeki değişimlerle ilişkili olduğunu düşünüyor. Ancak, George Mason Üniversitesi'nden fizik profesörü Robert Ehrlich ve diğer bazı bilim insanları, bu değişimlerin buzullaşmayı tetiklemek için tek başına yeterli olmadığını iddia ediyor. Ehrlich'in yeni çalışmasına göre Güneş'in içinde de sıcaklığını yine aşağı yukarı 100 bin yıllık zaman cetvellerinde azaltan ve çoğaltan bir 'düğme' var…
İşin ilginç yanı, bir süre önce deniz tabanındaki uzay tozlarını inceleyen Kaliforniya Teknoloji Üniversitesi araştırmacıları, uzay tozu miktarının da 100 bin yıllık döngülerle değiştiğini keşfetti. Kaliforniya Üniversitesi'nden Profesör Richard A. Muller, uzay tozlarının buz devirlerinin başlamasında etkili olduğunu öne sürmüştü. (Bu tozların atmosferde bulut oluşumuna yol açtığı düşünülüyor )…
SELCEN PİRGE / Temmuz 2007, sayı 172 ATLAS DERGİSİ’’

Fark edeceğiniz üzere Dünya’yı da ilgilendiren uzay kaynaklı evrensel olaylarda hep 100 bin yıllık döngüler vardır. Bu da yedi kat göklerin ve yerin iki günde yani 100 bin yılda düzenlenmesiyle ilginç bir uyum göstermektedir.

Yedi Kat Gök (Farklı Bir Görüş)

Kuran’da birçok ayette geçen yedi kat gök ya da yedi gök kavramı bu güne kadar genel olarak Dünya’yı çevreleyen atmosfer ve atmosferin yedi katmanı olarak anlaşılmıştır. Talak suresinin 12. ayetinde  “Yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır'' denildiği üzere, yedi kat göğün yerden de sayı olarak benzerleri olacaktır ve bunun atmosferin katmanları olması güçlü bir olasılıktır. Ancak, (Hicr 16) “Andolsun biz, gökte birtakım burçlar (yıldız kümeleri) yarattık ve bakanlar için onu süsledik.”  (Buruc 1) “İçinde burçları bulunan göğe andolsun’’ ve  (Furkan 61) “Gökte burçlar var eden, orada ışık saçan güneş ve aydınlatan ayı yaratan Allah, yücelerin yücesidir.’’ Ayetleri, yedi gök olarak belirtilen kavramın atmosfer dışında temel anlamı üzerinde modern astronomi biliminin verileri dikkate alınarak şöyle bir sonuç çıkarılabilecektir. Bu kümeler, bir önceki sonrakinin alt kümesi olacak şekilde düzenlenmişlerdir.


(Dipnot:1)
Alıntı
A protostar takes about 100,000 years to reach the main sequence.
http://library.thinkquest.org/05aug/00108/protostar_frameset.htm

Stage4:ProtostellarEvolution- As a protostar evolves, it shrinks, its density increases and it temperature rises. Some 100,000 years after start of the cloud collapse, its center gets heated to 1 million K - purely due to compression of the gas.
This hot protostar produce substantial luminosity and can be plotted on a H-R  diagram. As the protostar evolves it collapses, and thus its luminosity and temp. changes.
www.nku.edu/~ramkumarc/Chapter20.pp

Stage4 Kelvin-Helmholtz Contraction protostar contracts and heats up coretemperature=1,000,000 surfacetemperature=3,000 size=50 solar radi in onucle arreactionsyet very luminous - more than 1,000 solar luminosity age =100,000 years star can be plotted on HR diagram
http://astro.gmu.edu/classes/a10695/notes/l11/l11.html
http://www.space.com/scienceastronomy/060111_orion_news.html
http://www.nature.com/nature/journal/v416/n6876/full/416059a.html

Massive star formation in 100,000 years from turbulent and pressurized molecular cloudsChristopher F. McKee1,2 & Jonathan C. Tan2,3



50

GÖĞÜN TABAKALAR HALİNDE YARATILMASI VE MODERN BİLİMDEKİ EVREN MODELİNE İLİŞKİN KURAN’DAN İŞARETLER

O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahman’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Bir kere daha bak! Hiçbir çatlak görüyor musun?
67(Mülk)/ 3

Görmediniz mi,  Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmıştır?
71(Nuh)/15

Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü gibi Kuran’da göğün yani Evren’in tabakalar halinde yaratıldığı vurgulanmaktadır. Bu iki ayette de ‘’tabaka tabaka’’ olarak tercüme edilen ‘’tibakan’’ kelimesi  ‘’mutabık olma’’ anlamından hareketle ‘’birbiriyle uyum içinde” anlamında da tercüme edilebilmektedir. Hem bu anlamı hem de ‘’tabakalar halinde’’ olma anlamı bir arada düşünüldüğünde de mantıklı bir anlam bütünlüğü oluşturduğu fark edilecektir. Tabaka kelimesi genel olarak kalınlığı genişliğinden daha az olan, ince ve geniş bir levha benzeri bir yapıyı belirtir. Evren’deki galaksilerin de yapısı ve evrendeki dizilişleri tabaka ve levha benzeri bir yapı oluşturmaktadır.

On milyonlarca ışık yılı ölçeğinde bakıldığında, kâinat, sanki diziler ya da tabakalar halinde düzenlenmiş galaksilerden oluşan ve aralarında çok az şey olan köpüğümsü bir yapıya sahiptir.
Kaynak:MasonInman,Nationalgeographic/27.08.2007çeviren:müjde dural
http://www.bilgitreni.com/menu/esrarengiz/haberincele.php?haberid=Mzg=

Dev Galaksi Duvarı

Muhammed MERTEK:En yeni araştırmalar bize, galaksilerin bir özelliğini daha gösterdi: Galaksilerin, içinde hiç galaksi bulunmayan “balon”ların özellikle yüzeyine dizilmiş gibi olmaları. Bu “balon”lara, 1929’da kâinatın genişlemesine sebep olarak galaksi kaçışını keşfeden Amerikalı büyük astronom Edward P. Hubble’in anısına “Hubble-Bubbles” deniyor. Hubble, bir balonun yüzeyine dizilmiş lekelerin şişirildiğinde birbirinden uzaklaştıktan gibi, galaksilerin de mütenasip hızlarla birbirinden uzaklaştıklarını bildirmişti.

…Geller ve Huchra, binlerce galaksinin çok büyük bir yapıda olduklarını tespit etti. Bunlar en az 400 milyon ışık yılı uzunluğunda, 200 milyon ışık yılı genişliğinde ve 15 milyon ışık yılı kalınlığında uzun bir “hortum”(bu daha çok hortumun kesiti olarak anlaşılmalıdır) oluşturuyorlar, yani “dev galaksi duvarını”.
Dünyamızdan baktığımızda bu duvar, Yengeç burcundan, Saç, Berenike, Bootes ve Kuzey Taç burçlarından geçerek Herkules’e kadar uzanıyor. Uzaklığı ise 470 – 600 milyon ışık yılı arasında bulunuyor. Dev duvarın en uzak ucu Herkules’e dayanıyor.
http://www.sizinti.com.tr/konular.php?KONUID=4165

‘’Galaksiler sadece boya kalemiyle konulmuş benekler değil, fakat balonun maddesini oluşturan ve onun esnekliğini lokal olarak etkileyen bir parçasıdır’’
http://www.birey.com/avnia/mak/all/expansion.html

Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Evren bir balon gibi düşünülmekte ve galaksiler içi boş ve sürekli genişleyen bir balonun dış yüzeyini oluşturan bir tabaka oluşturmakta, bu galaksiler kendi aralarında da yukarıdaki alıntıda belirtilen dev galaksi duvarı gibi tabakalar oluşturacak şekilde kümelenmektedirler.

O gün gök yarılmış, sarkmıştır. 69(Hakka)/ 16

Gökyüzü (yerinden) sıyrılıp koparıldığı zaman. 81(Tekvir)/ 11

Hakka 16. ayetteki ‘sarkma’ olayı, daha çok, ince ve geniş bir tabaka oluşturan yapılar için söz konusu olabilecek bir durumdur. Örneğin; ince bir kumaştan tabaka oluşturan örtünün gerginliğini kaybedip sarkması gibi. Bu durum, Evrenin bir balona benzetilmesi ve galaksilerin de bu balonun yüzeyini oluşturuyor olmasına Kuran’da bir işaret olduğunu düşündürmektedir.

Tekvir Suresi 11. ayetteki ‘göğün sıyrılması’ olayını vurgulayan Arapçadaki ‘keşt’ kelimesi , ‘’kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek, ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden atıp açmak’’ anlamlarına gelmektedir. (Elmalılı Tefsiri) Bu anlamlar da, modern bilimdeki genel kabul gören Evren modeline göre, galaksilerin, balona benzetilen Evren’in dış yüzeyini oluşturması (ağacın kabuğu gibi) ve bir deri veya bir örtü gibi sarması şeklinde anlaşıldığında yine Kuran’da buna ilişkin bir işaret olarak düşünülebilir.

Bunların dışında Zariyat suresindeki 47. ayet, Evren’in genişlemesi olayından da zaten bilinen bir Kuran mucizesi olarak bahsedilebilir.



51
Arş ve Su (Mai) / Arş ve Su (Mai)
« : Eylül 23, 2010, 04:33:31 ÖS »
“ARŞ”  ve  “SU” (mai)

''O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için, Arş'ı su üzerinde iken,  gökleri ve yeri altı günde yaratandır.''
11 (Hud)/ 7

Arşının Su Üzerinde Olması ve Evrenin Saydamlaşması: Bu ayette ''Arşı su üzerinde iken'' şeklinde dikkat çekici ve ilginç bir beyanat var. Burada sözü geçen ''su'' nedir? Yukarıda anlattıklarımızın ışığında 300,000 yıllık süreç içinde su molekülü henüz oluşmamış ve o kadar yüksek sıcaklıkta bildiğimiz sıvı şekliyle su var olamaz denilebilir. İşte tam bu anda, bilimsel bulgulardan olan ''evrenin saydamlaşması'' olayı ile ayette bahsi geçen ''su''  arasında ister istemez bir ilişki kaçınılmaz olur. Biraz araştırma yaparsak ayette ''su'' anlamına gelen ''ma'' kelimesi yerine, ''su renginde'' anlamına gelen ''mai' kelimesinin kullanıldığını anlarız. Ayette geçen ''Arşı su üzerinde iken'' sözü evrenin 300,000 yıllık dönem sonunda saydamlaştığı yani ışığı geçirgen bir hale geldiği gerçeğine mi işaret ediyor? Arş kelimesiyle Evren’den daha yüksek bir mertebe kastedilir. O zamandaki saydamlaşan Evren’e yukarıdan bakan kişi, onu suya bakan kişinin gördüğü saydamlıkta görecektir.

Bugüne kadar bu ayetteki ''ma-i'' kelimesi doğrudan su olarak anlaşılmış, gerçek anlamı olan ''ma-i'' = ''su renginde olan'' veya ''su gibi olan'' yani ''saydam'' anlamı, henüz son yıllarda ortaya çıkarılan bilimsel gelişmeler bilinemediği için, haklı olarak anlaşılamadığı ve meallerde de bu şekilde yazılması, inananlar için bile anlaşılması ve kabul edilmesi zor bir durum ortaya çıkarmıştır. Henüz Evren’in saydamlaşması olayı bilinemediğinden, mai sözcüğüne saydamlaşmayla ilgili bir anlam verilip meal ve tefsirlerde böyle bir durumdan bahsedilmesi tabi ki imkânsızdır. Bu durum, inançsızlar için Kuran’a ve Allah inancına karşı bir koz olarak değerlendirilmiştir. Ama ayetin başındaki ''O, hanginizin amelinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için'' sözü sanki bu duruma işaret ediyor… Ayrıca hem Kuran'da 6 günde yaratmayla eşzamanlı ve bağlantılı olarak saydamlaşmaya işaret edilmesi hem de bilimsel kaynaklarda Evren’deki maddenin yani atomların oluşumuyla bağlantılı olarak saydamlaşmaktan söz edilmesi, mucizeyi açıkça ortaya koymaktadır.  Bu konuda üzerinde durulması gereken başka bir ayet daha vardır.

İnkâr edenler, göklerle yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden kopardığımızı ve her canlı şeyi sudan yarattığımızı görüp düşünmediler mi? Yine de inanmazlar mı?
21 (Enbiya)/30

Bu ayetteki su kelimesi de aslında ma-i olarak geçiyor. ''Su renginde'', ''su gibi olan'' anlamı katıyor ve saydamlaşan evren kastediliyor olabilir. Ayetin başında göklerle yer bitişik iken ayrıldığı sözü ile Büyük Patlamanın (Big Bang) kastedildiği zaten bilinen bir Kuran mucizesidir. Burada Büyük Patlamadan bahsedilmesinin hemen ardından her canlının sudan yaratıldığının belirtilmesi, patlamadan sonra saydamlaşan Evren’in kastedildiği anlamına gelir. Fakat ''her canlı şeyi sudan yarattık'' sözü bugüne kadar yanlış değerlendirilmiştir. Her canlı şeyin bildiğimiz anlamıyla sudan yaratıldığı anlamı çıkarılmıştır. ''Sadece sudan canlılık ortaya çıkamaz'' diye bazı kesimlerden itirazlar da gelmiştir. Aslında bu ayette saydam şekilde görülen Evren’in içerdiği maddelere dikkat çekmek gerekir. O dönemde Evren’de yaklaşık olarak % 75 Hidrojen ve % 25 helyum atomu bulunmaktadır. Canlılığın oluşması için gerekli olan iki temel unsur olan su ve karbon, bu karışımın içerisinde zaten bulunmaktadır. Üç helyum çekirdeği birleşerek karbon atomunu, dört helyum çekirdeği ise birleşip oksijen atomunu oluşturur.  Tabiî ki bunların oluşumunu sağlayacak kimyasal tepkimeler daha sonra yıldızların verdiği yüksek ısıyla meydana gelebilecektir. Bu durumda su renginde saydam olan Evren’in içerdiği maddelerin içinde hidrojen ve oksijenden dolayı su molekülünün (H₂0) temel parçalarının ve karbonun bulunduğunu görüyoruz. Canlıların yapısında yaklaşık % 18 oranında karbon, % 80 oranında da su bulunduğu bugün bilinen bir gerçektir. Evren’in oluşmaya başlamasındaki büyük patlamadan 300,000 yıl sonra oluşan ve saydamlaşan Evren’in içerdiği maddelerin, canlılığın temel yapı taşlarını içerdiğini ve ayetin buna dikkat çektiğini anlayabiliriz.

Hud suresinin 7. ayetindeki  ‘’arşı su üzerinde iken‘’ sözüne, Evren’in saydamlaşmasının yanında ve bunun paralelinde şöyle bir yorum da getirilebilir: Ayette altı günde yaratılan maddenin ilk şekli, tek proton ve elektrondan oluşan hidrojendir. Hidrojenin kelime anlamı ve tanımı ile ilgili olarak şu bilgiler dikkatimizi çekmektedir.

“Hidrojen” kelimesi Eski Yunancada “su oluşturan” manasına gelir. “su” anlamına gelen “hydro”, ve “oluşturan” anlamına gelen “genes” kelimelerinin birleşiminden oluşur. Hidrojen Evren’de en fazla ve en yaygın bulunan elementtir. Diğer bütün elementler başlangıçtaki hidrojenden veya daha sonra ondan türemiş diğer elementlerden meydana gelir. Hidrojen Evren’deki atomların % 90’dan fazlasını, toplam kütlenin dörtte üçünü oluşturur. Yıldızları oluşturan temel elementtir. Buradaki füzyon prosesiyle birleşerek helyum atomlarının çekirdeklerini oluşturan hidrojen atomları büyük miktarda enerji açığa çıkarır.
Fark edeceğimiz üzere, altı gün (300,000 yıl) sonunda hidrojen atomları oluşmaya başlamış ve bu nedenle hidrojenin kelime anlamı da ‘’su oluşturan’’ olarak bir anlam birliğini oluşturmakta ve tüm dillerde ‘’hidrojen’’ söylenişiyle günümüzde de kullanılmaktadır. Kuran’da da buna uygun olarak ilk maddenin diğer bir deyişle hidrojenin yani ‘’su oluşturanın’’ yaratılmasına işaretle, Yüce Allah’ın arşının yani kudretinin su üzerinde olduğu vurgulanmıştır.  

Bunun yanı sıra, ayetin anlamını daha net ve mucizevî şekilde ortaya koyabileceğine inandığımız bazı bilgileri dikkatlerinize sunmak istiyorum; Allah'ın arşının su (mai) üzerindeyken yerin ve göklerin yaratılması: “We kane arşuhu alel mai = O’nun arşı mai üzerindeyken” (11:7) ayetinin anlamına paralel yeni bilimsel bilgiler keşfedilmiştir.

Sürpriz; Evren’in ilk hali sıvı:  19 Nisan 2005

ABD'li bilim adamları atomları parçalayarak maddenin bilinmeyen yeni halini elde etti.
‘Kuark-gluon plazması' denilen yeni forum, Brookhaven Ulusal Laboratuvarı'nda Relativistik Ağır İyon Çarpıştırıcısı'nda, altın iyonları ışık hızına yakın süratle çarpıştırılarak bulundu. Çarpışmanın yarattığı yüksek enerjiyle açığa çıkan ‘Kuark-gluon plazması'nın, beklenenin aksine gaz değil, ‘mükemmel bir kuark sıvısı' olduğu açıklandı. Bu buluş, Evren’in büyük patlamadan bir an sonra neye benzediğini, yani sıvı bir halde olduğunu  gösterdi.   
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?viewid=565485
http://physicsworld.com/cws/article/news/22043

Bilim adamları, Evren’in meydana geldiği Büyük Patlama'dan sadece bir an sonra tüm maddelerin "kuark-gluon plazması" denilen sıvı bir halde olduğunu belirtiyor.
http://www.maksimum.com/teknoloji/haber/28/29647.php

Mai: Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mavi. ''Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan.''
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=mai&t=@  

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere, Evren’in oluşumun ilk anlarında ‘’kuark-gluon plazması’’ denilen özel bir haldedir. Ayette geçen Türkçe Latin harfli söylenişiyle ve ‘’kane arşuhu alel mai’’ (arşı mai üzerindeyken)  cümlesindeki ‘’mai’’ kelimesinin anlamlarından biri de  ''Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan’’dır. Genel olarak ‘’sıvı’’ kelimesinin karşılığını oluşturmaktadır. Bu durum Kuran’daki çok önemli bir mucizeyi daha ortaya koymaktadır. Hud suresinin 7. ayetinden, yaratmanın başlangıcında arşı mai üzerinde olduğunu anlarsak, bu sözü edilen ‘’sıvı, akıcı’’ anlamı devreye girmektedir. Eğer ayeti yaratmanın hemen sonunda arşı mai üzerinde olduğu şeklinde anlarsak da bu konunun başında geçen, Evren’in, atomların oluşarak saydamlaşması olayı ile “mai” kelimesinin su renginde yani saydam anlamında olması, tam bir paralellik gösterir. Doğrudan “mai” kelimesini su olarak anlarsak, “hidro-genes”  yani ‘’su oluşturan’’ anlamı dikkate alınabilir ve Kuran’ a özgü bir mucize olarak, bu kelimenin değişik anlamlarıyla anlaşılması halinde bile doğru ve gerçekliği yansıtan anlamlar içerdiği ortaya çıkmaktadır.                                                            


BİG BANG’DAN SONRAKİ DİNLENME DÖNEMİ
(FARKLI BİR BAKIŞ)

300.000 yıllık dönem Evren’deki değişimler için bir ''dinlenme dönemi'' olarak nitelendirilmektedir.  Bu dinlenme dönemi;

a) sıcaklık 3.000 derecenin altına düşer
b) Elektromanyetik kuvvetler devreye girer,
c) Elektronlar çekirdeklerin etrafında yörüngeye dizilir
d) İlk hidrojen ve helyum atomları oluşur''

Bu ilk dakikalardan sonra Evren büyük ölçüde soğumuştur. Bunun sonucu çekirdeksel kuvvetlerin etkinliği biter. Evren’in o sıradaki bileşimi %75 Hidrojen, %25 Helyum çekirdeğinden oluşur. Sonraki 300.000 yıl boyunca hiçbir değişim meydana gelmemektedir. Bu 300.000 yıllık süreç içinde evren soğumaya bırakılmış ve bu sürecin son bölümünde yeterince soğuyunca da elektromanyetik kuvvetler devreye girerek kendiliğinden elektronlar çekirdeklerin etrafına dizilip atomları oluşturmuştur. Şimdi bu konudaki ''dinlenme dönemi''ve elektronların kendiliğinden çekirdeğin etrafına dizilmeleri gibi nitelendirmeler şu ayeti anımsatmaktadır.

Andolsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. ''Bize hiçbir yorgunluk çökmedi.''
50 (Kaf)/38

Bu ayette Yüce Allah'ın bahsi geçen yaratma fiilini gerçekleştirirken ''yorulma'' gibi zayıflıklardan münezzeh olduğu kastedilmiştir. Fakat bu konudaki bilimsel kaynakların ifadesi ile Kuran'ın ifade şekli bu denli uyum içinde olduğu için, konuya daha önce hiç düşünülmeyen farklı bir boyuttan da bakılabileceği kanaatindeyiz.



52
Gıdaların 4 Günde Takdiri / Gıdaların 4 Günde Takdiri
« : Eylül 23, 2010, 04:33:08 ÖS »

4 GÜNDE GIDALARIN TAKDİRİ

Kuran’da sembolik olarak söz edilen bir günün ellibin yıla eşit olduğuna ilişkin olarak ilginç bulabileceğimiz bir bilgiye bakalım:

Uzayda Şeker
 
Bilim adamları yıldızlar arası bir moleküler bulutta sofra şekerinin moleküler kuzeni olan glikol aldehit’i keşfettiler.

Karbon, oksijen ve azottan oluşmuş, sekiz atomlu bir molekül olan glikol aldehit, diğer moleküllerle birleşerek riboz ve glikoz gibi daha karmaşık şekerleri oluşturabilir. Riboz, RNA ve DNA gibi nükleik asitlerin temel yapıtaşıdır. Glikoz ise en basit şeker monomerlerinden biridir. Glikol aldehit, metil format ve asetik asitle aynı atomları içerir fakat değişik diziliştedir. Metil format ve asetik asit de daha önce yıldızlar arası toz bulutlarında bulunmuşlardı. Bilim adamlarına göre glikol aldehit basitçe sofra şekerinin moleküler kuzenidir.

Şeker molekülü, galaksimizin merkezine yakın, bizden 26 000 ışık yılı uzakta (bir ışık yılı ışığın bir yılda katettiği yoldur ve yaklaşık olarak 36 trilyon kilometreye eşittir) çok büyük boyutlardaki gaz ve toz bulutunda tespit edildi. Bu toz bulutları- ki çoğu zaman birkaç ışık yılı büyüklüğündedirler- yeni yıldızların oluşumu için temel madde kaynaklarıdır. Fakat Dünya’ ya kıyasla çok daha seyrek olan bu bulutlar,  milyonlarca yıl süren karmaşık kimyasal reaksiyonların meydana geldiği bölgelerdir. Bu tür bulutlarda şimdiye kadar 120’ ye yakın farklı molekül keşfedildi. Bu moleküllerin çoğunluğu küçük sayıda atom içerirler.
http://www.istanbul.edu.tr/fen/astronomy/news.php?newsid=88

Basit bir şeker (veya monosakkarit) olan glikoz yaşam için en önemli karbonhidratlardan biridir. Hücreler onu bir enerji kaynağı ve metabolik reaksiyonlarda bir ara ürün olarak kullanırlar. Glikoz fotosentezin ana ürünlerinden biridir ve hücresel solunum onunla başlar.
Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Glikoz

Yukarıdaki alıntıda, yıldızlararası molekül bulutlarında canlılar için en temel gıda olan şeker türevlerinden biri olan Glikol aldehit bulunduğunun keşfinden ve şimdiye kadar 120’ye yakın molekülün bu bulutlarda var olduğunun bilindiğinden söz ediliyor. Bu moleküller canlıların temel yapı taşlarını oluşturan ya da gıda maddelerinin temelini oluşturan moleküllerdir.


Başka bir kaynakta ise…

‘’Dev hidrojen gazı bulutları Dünya çevresine gelirse, kitlesel yok oluşlara ve 200 milyon yıl sürebilecek kartopu buzlanmalarına yol açabilecektir. Dünya için bir başka tehlike ise, Samanyolu’nun sarmal kollarında kümelenmiş yoğun hidrojen gazı bulutlarıdır. Colorado Üniversitesinden Alex Pavlov ve meslektaşları dev moleküler bulut adıyla bilinen bu tür bir bulutla karşılaşmanın kitlesel yok oluşlara yol açabileceğine, bu durumda kartopu buzlanmasının bile söz konusu olabileceğine inanıyorlar. Atmosferik bir iklim modelinden yola çıkan Pavlov ve arkadaşları en yoğun bulutların Dünya atmosferini tozla doldurabilecek güçte olduğunu, güneş ışığını engelleyerek gezegeni bir buzul çağına sürükleyebileceğini ortaya koydular. Atmosfer genelde güneş rüzgârlarının yarattığı baskıyla kozmik tozlardan korunur. Ancak Pavlov yoğunluğu yüksek bir bulutun bu rüzgârın etkisini yok edebileceğine ve gezegenimizin böylesi bir bulutun içinden geçmesi için gerekli olan 200,000 yıllık süre boyunca iklimin hızla soğuyacağına inanıyor.
http://ansiklopedi.bibilgi.com/uzaydan-gelecek-%C3%B6nemli-5-tehlike
http://lists.paleopsych.org/pipermail/paleopsych/2006-April/005104.html

Gelişmiş Uzay Bilimleri Merkezinden John Lindsay aydan alınan toprak örneklerinin Dünyanın moleküler bulutlar arasından geçtiği görüşünü desteklediğine inanıyor.   
http://www.tumgazeteler.com/?a=1226035

İlk başlarda dünyanın hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve hidrojen sülfitten oluştuğu düşünülmektedir. Laboratuarda böyle bir gaz karışımına dışarıdan enerji verildiğinde bir süre sonra kahverengi bir bulamaç elde edilmektedir.
http://www.historicalsense.com/Archive/Fener73_3.htm

Yukarıdaki alıntıda ise Pavlov adlı gökbilimcinin Dünya’nın geçirdiği buzul çağlarını araştırırken, bu soğumaların, Dünya’nın Samanyolu galaksisinin sarmal kollarının arasında bulunan dev molekül bulutunun içinden geçmesi bu geçiş sırasında atmosferin tozla dolup güneş ışığını geçirememesinden kaynaklandığını belirtmektedir.  Dünya’da başlangıçta hidrojen, su buharı, amonyak, metan ve hidrojen sülfit molekülleri vardı. Sadece bunlardan canlılığın çeşitlenmesi ve gıda maddelerinin oluşabilmesi mümkün görünmüyor. Sonuç olarak dünyamız bu bahsi geçen dev molekül bulutunun içinden geçmiş ve bugün Dünya’daki gıda maddelerini oluşturan moleküllerin çok büyük bir bölümünü bu buluttan almıştır. Dünya kendi çevresinde dönerek bu gıda denizi diyebileceğimiz bulutun içinden geçtiği için, her tarafına eşit olarak dağılmıştır. Ayrıca bu moleküller donduğu için bir çeşit dondurulmuş gıda özelliğini aldığını da söyleyebiliriz.
Burada asıl dikkati çeken konu, bu dev molekül bulutundan geçişin  "200,000 yıl" sürmesidir. Fussilet suresinin 10. ayetinde: “O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam ‘dört günde’ isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti’’
Tahmin edileceği üzere 4 gün x 50,000 yıl=200,000 yıl

Bu ne büyük tesadüf değil mi? Ama mucizevî anlatımlar bununla da bitmiyor. Bir de şu bilgiye bakabiliriz.
Dünya genellikle kozmik ışınlardan manyetik alanı sayesinde korunuyor. Ancak manyetik alanın çok daha güçsüz olduğu tersinme dönemiyle bulutun geçtiği dönemin çakışması durumunda kozmik ışınlar içeriye akabilir. Pavlov manyetik alanda her 200,000 yılda bir tersinme olduğuna ve bulutla çarpışması sonucunda yaşanan etkinin bir milyon yıl kadar sürdüğüne dikkat çekmekte ve bu mantıktan yola çıkarak çoğu çarpışmaların en az bir tersinme dönemine denk düştüğü sonucuna varmaktadır.
http://www.bibilgi.com/uzaydan-gelecek-%C3%B6nemli-5-tehlike
http://www.newscientist.com/article/mg18024252.200-our-magnetic-shield-is-growing-weaker.html

Dünya’nın moleküler bulutun içinden geçmesi için gerekli olan 200,000 yıllık sürenin yanı sıra, Yerküre’nin manyetik kutuplarında her 200,000 yılda bir tersinme oluşur. (Kuzey manyetik kutbuyla güney manyetik kutbunun yer değiştirmesi)

Kozmik ışınlar ancak, manyetik alanın daha güçsüz olduğu tersinme dönemiyle molekül bulutundan geçilen dönemin çakışması durumunda içeriye, yani yerküreye akabileceği üzerinde duruluyor. Tabi burada kozmik ışınlar söz konusudur. Ancak, kozmik moleküllerin de (bunlar gıdaların hammaddesini oluşturan moleküllerdir) yerküreye akışı için manyetik kalkan görevi gören manyetik alanın zayıflamış olması gerekir. İşte bu yüzden yerkürenin molekül bulutuna girişiyle, Dünya’nın manyetik alanındaki tersinmenin aynı ana denk gelip çakışması gerekir. Yüce Allah’ın Kuran’da (41:10) neden tam “dört günde’’ denilerek zamanlamayı vurgulamış olabileceğini tahmin ettiniz değil mi?

Dört günde gıdaların takdir edilmesi, yani 200,000 yılda molekül bulutunun içinden Dünya’nın geçmesi ile birlikte canlılığın çeşitlenmesi, miktarı ve aynı zamanda bu canlıların beslenebileceği gıdaların çeşitliliği ve miktarının artması için yeterli bir molekül zenginliği oluşmuştur. Bu zenginlik biyoloji ve jeoloji biliminde 545 milyon yıl önce olduğu kabul edilen 'kambriyen patlaması' denilen olayın sebebini oluşturmuş olabilir. Kambriyen patlaması bitki ve hayvan çeşitlerinin ani ve hızlı bir şekilde ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bugünkü haliyle ve bileşimleriyle atmosferin oluşması da çok büyük ihtimalle bu molekül bulutundan geçiş olayı ile gerçekleşebilmiş olmalıdır. Ayrıca yukarıda bu konuyla ilgili bahsi geçen kaynakta, Yerküre’nin yaklaşık olarak 250 milyon yılda bir böylesi bir molekül bulutunun içinden geçmiş olabileceği belirtilmiştir.

"Orta derecede yoğun bir buluta çarpma olasılığının ise çok daha yüksek olduğu, 250 milyon yılda bir muhtemelen sekiz kadar buluta çarptığımız belirtiliyor."
http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=3667452

Yaklaşık 545 milyon yıl önce olarak ifade edilen zamanla, (her iki süre de yaklaşık süreleri ifade ettiği için) tersinme döneminin denk gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Yüce Allah önce molekül zenginliğini sağlayarak canlıların temel yapı taşlarını ve gıdalarını takdir etmiş, sonra da onların devamlılığını sağlayacak şekilde bitki ve hayvanları diğer canlı türlerini yaratmıştır. Ayrıca Kuran-ı Kerim'de Mü'min suresi 13. ayetinde "size ayetlerini gösteren, sizin için gökten rızık indiren O'dur. Allah'a yönelenden başkası ibret almaz.". beyanının gerçek anlamına da ulaşmış olabilmekteyiz. Zira rızık kavramı yağmur ve güneş ışığından daha geniş bir kavramı ifade eder. Ayetin hemen başındaki "size ayetlerini gösteren (yani varlığının delillerini gösteren)" sözü de kanaatimizce bunu tam olarak desteklemektedir.




Sayfa: 1 [2] 3
free counters